17 Aralık 2010

06 Aralık 2010

kardeş

06.12.2010 ~ Pazartesi

08 Kasım 2010

kitap korkusu

kitap fuarı sonunda dün bitti blogk. ben böyle yorulmak bilmemişim önceden, bundan sonra yorulmak kriterim bu 9 gün olacak. ha şikayet de ediyorum sanma, çok çok güzel, çok keyifli geçti, güzel insanlarla, arkadaşlarımla çalıştım nihayetinde. 9 gün boyunca hep kitap konuştuk, gelene geçene kitap anlattık, bol bol kitap aldık. o kadar çok kitap aldık ki! ve de o kadar çok okudum ki, özellikle de cangençlik kitapları :) daha başka fuarlarda da sırf para çilesinden çalışmış bir insan evladı olarak bu seferkini asla diğerleriyle kıyaslamam mümkün değil. her şeyiyle şahaneydi. 
amma velakin, bunlardan öte diyeceklerim var sana, başlığımdan da tahmin edersin. 
benim güzel güzel içime çektiğim şu ortamdan çok farklı kitap fuarına gelenlerin, özellikle de 12-18 yaş arası gençlerin deneyimlediği. ben o yaş grubuna dahilken en fazla 3 kere gitmişimdir kitap fuarına, zaten kitapla ilişkim de hiç öyle "geleneksel" ya da senede birlik bir organizasyonu "gerekli" kılacak bir şey olmamıştır (fuara gelenlerin hepsinin ilişkisi böyledir demiyorum, fuarın bir kitapsever için gerekli, elzem bir etkinlik olmadığını anlatmaya çalışıyorum sadece). her neyse, ne yazık ki öğretmeniyle, anası babasıyla fuara gelen, "çocuklarımıza yılda bir kere de olsa ucuzundan kitap alalım da sevinsinler" hissiyatından faydalanacak gençleri o kadar büyük bir sansür bekliyormuş ki..ben bir gençlik kitapları satan yayınevi standında çalıştığımdan bu sansürle o kadar çok karşılaştım ki, fuarın ortasından sonra artık bu sansür içinde çalışmaya, "işlev" görmeye çalışır buldum kendimi. böyle bir şeye hiç inanmadığım halde hem de, sırf belki kendim okuduğum şeyi karşı tarafa anlatır ve "korkulacak" bir şey olmadığına onları ikna eder isem belki siyasete gülünebilir, cinselliğin gençlerin bir parçası olduğunu kabul eden bir joyce carol oates kitabı onların da evlerine girebilir diye. recep tayyip erdoğan'ı ti'ye alan mizah kitaplarını aldığı için öğretmenleri tarafından anası babası aranan, aldığı kitabı ağlamaklı halde "parası önemli değil, başımız yeterince belaya girdi" diye iade eden lise öğrencilerinden tut da, üzerinde seksi yazan kitaba uzandıkları için ellerine vurulan yeni yetmeler..nelerle karşılaştık blogk, tarif edemiyorum. atatürk kültür merkezi standı çalışanları gelip gençleri kışkırtmakla bile suçlayacak oldu standımızı. bunları bir ara ali de yazacak, o yüzden çok ayrıntısına girmiyorum.
teoride şaşırıyor da değilim aslına bakarsan, hepimiz nasıl bir ülkede yaşadığımızı çok iyi biliyoruz sonuçta. ama bu kadar ilk elden deneyimlemek, bir annenin babanın bir roman okuyup çocuğunun eşcinsel, sapık, terörist, ana baba düşmanı olabileceğine, "aklının karışabileceğine", "okuduklarının ona 'ağır' gelebileceğine" bu kadar inandığını birebir görmek çok başka bir şeymiş. çoğu kez kendi okuduğum kitapları anlattım, içinde küfür, cinsellik, şiddet bulunmadığına, "kitap kapağına aldanmamaları" gerektiğine ikna etmeye çalışır buldum kendimi. bu ana babaların bazıları dediklerime aldandı, üstü başı düzgün, orası burası gözükmeyen, akl-ı selim görünen "ablanın" dediklerine inandı bir de. düşünebiliyor musunuz? bu sansürü kırmak bir yandan da bu kadar "kolay" yani. her şeyin altında yatan şekilcilik. kelimelere, yazıya, içeriğe, yazara hiç inanç yok.
fazla uzatmayayım, nitekim bunlar ne ilk, ne son, ne de yeni sıkıntılar. asıl amacım şuydu aslında: çok kitap okumasalar, film izlemeseler de bana, aklıma, kendilerine, büyüttükleri evlada inanan, güvenen, istediğim hiçbir şeye uzanırken elime vurmayan, anlamadıklarını anlamamda sakınca görmeyen anneme babama çok teşekkür ederim. bugün ne olduysam, sizin bu güzelliğiniz sayesindedir. sizi çok seviyorum.

26 Ekim 2010

24 Ekim 2010


Dünya'yı gezmenizle alakalı olarak, en çok Paris 'i sevdiğinizi söylemişsiniz, "Emeklilik projelerimden bir tanesi 35-40 m2'lik bir evde oturup yazmak" demişsiniz.

Onu söylediğimde bekârdım ama, o yalnızlık düşüydü, (gülerek) şimdi metrekareyi biraz büyüttük. Gene emeklilik yıllarımda, kızım da üniversite çağındayken, belki dışarıda okur bilmiyorum, Paris'in kırsalında bir sessizlikte olmayı, eşimle beraber, arkadaşlarımla beraber. Onları da kandırırım, "Orkestra kuramadık bari şu tatil köyünü yapalım" diye. (Gülüyor) Ya ben hep insanları böyle "Hadi lan şunu yapalım, bunu yapalım" gibi faydalı şeylere zorladım ama insanlar o kadar faydalı şeyler üretmek ya da sürekli onun içinde olmak fikrine; ne bileyim yemiyor galiba. Birileri bana "Sigarayı bırakmak lazım" demişti, Murat Belge'nin de bir röportajını okumuştum, sigarayı bırakırken şey demiş "Yeterince içtin mi? Evet. Ye­terince yaşadın mı? Hayır!". Dedim, 25 yıldır içiyorum, hem de Gitane içiyorum fosur fosur. Tamam dedim, tak bırakıyorum! Arkadaşlarım "Harika Celal! Biz de bırakacağız!", şu, bu... Şimdi fosur fosur içiyorlar, ben bırak­tım 2 senedir, ya bir yalnızlık filan. Yani iyi bir şey yapıyorsun ama her iyi ve faydalı şey, her emek gerektiren şey seni biraz daha yalnızlaştırıyor garip bir şekilde. O, çok enteresan bir şey. Mutsuzluk daha kalabalık, başarısızlık daha kalabalık, saçmalık daha kalabalık gruplarca yaşanıyor. Yani başarı, mutluluk, doğru düzgün dü­şünmek, çaba göstermek, uğraşmak ve bilmem ne tepelere doğru, bunlar mutlu tepeler, bana öyle öğrettiler, yalnızlaşıyor insan. "Abi çok iyi yaptın ama sigarayı bırakmakla" diyorlar.(Gülüyor) Ya da diyorlar ki "Çok güzel okuyorsun, ben otobüste okuyamıyorum, işte gözüme şey oluyor", "Abi bu kalabalıkta nasıl okuyorsun?". E nerde okuyorsun, dedim ya­ni, mezarda mı? Yani nasıl bahaneler­le yaşıyorlar, e i.... okumuyorum de o zaman. Yani kimse klasik müzik din­lemiyor "Ah Celal, sen herhalde çocu­ğuna Mozart dinletiyorsundur", ulan biz dinliyoruz, o da dinliyor. (Güle­rek) Burada şey yapıyorlar farkında değiller, "Çocuğum benim gibi olma­sın" diyorlar yani, "Ben K... TV'den geri zekalı bir şeyler dinliyorum ama çocuğuma faydalıymış, zekası gelir­miş" falan...
Bu orta sınıf saçmalığından iğreniyo­rum yani.(gülüyor) Çok korkunç bir şey var, faydalı şeyleri yapamama ama faydasına inanma geri zekalılığı gibi.

- C. K. K. 

23 Ekim 2010

s 101: listeler

hakkımda çok sevdiklerimin bile bilmediği, benim de yeni farkettiğim bir şey bu liste sevgisi blogk. dün egem peyote'de "bolahenk için bir 'biz kimiz?' konu başlıklı bir şey yazsak mı?" deyince bunu bi yerlere yazasım geldi.
benim aklımın bir köşesinde hep bir şeylerle ilgili bir liste vardır, tekrar izlenecekler / dinlenecekler listesi, en sevilenler listesi, dönüp tekrar okunacak kitaplar listesi, e-kitap* olarak okunup da çok sevildiği için alınacak kitaplar listesi, bi yerde / birinde görüp de sevilmiş yapılacak takılar listesi, tabi ki alınacak albümler listesi, bir iş-konu ile ilgili "tam" olması için sırasıyla da olmasa yapılması gerekenler listesi, para olunca alınacak kıyafet, ayakkabı, makyaj malzemesi listesi. ah biri bana şunu alsa listesi. sene/ay/gün bitmeden yapılacaklar listesi, hakkında daha fazla bilinmesi gereken insanlar listesi..daha da var da eminim unutuyorum. last fm, goodreads gibi siteleri de sırf bu sevdadan kullanıyorum gibi geliyor bazen hatta.
listenin kendisi kulağa çok kontrollü, hatta control freak-sel bir alışkanlık gibi gelse de benim için ondan ziyade "unutmamak için" işlevsel bir araç ve yapmak / başarmak istediklerimi bir adım daha gerçek kılan bir şey.

* ehehea.

19 Ekim 2010

...Ve işte karşınızdayım

Bir çocuğun kalbi çarpmaya başlayınca, hangi rastlantıyla olursa olsun, işte o tehlikeli saplantı sonradan aşk olur. Yalnız kaldığınız anlarda, karanlıkta, sessizlikte ve rüyaların içinde kendine bir yer açar ve yıllar sonra yaşanacak hayatın önceden konmuş ismi haline gelir.

İlkokuldaydım. Annemlerle her hafta sonu tiyatroya giderdik. "Büyüme çağında" olduğum için sırtımdaki palto başkasının abimin gibi dururdu üstümde. Kollarını kıvırırdım ellerim görünsün diye. Neden bilmem, yakın zamana kadar bir boy büyük kostümler alıp giydim. Terziler o payı hep bırakırlar ya... "Hani ihtiyaten..." Kat kat kazaklar içimde, kaşkol, eldiven, kasket... Fuayede beni soyarlarken ter içinde kalmıştım zil çaldı. Apar topar salona girdik. Yerimiz önlerde... Altıma paltomu sıkıştırdı annem. Yükseldim. Artık deli gibi bekliyorum, kırmızı perde açılsın... Başlasınlar... (Tiyatroya ve yolculuğa gideceğimiz zaman, bir önceki gece katiyen uyuyamazdım.) Nisa Serezli... "Cennetlik Kaynana" rolünde... Herkes gülüyor. Nefis bir komedi... Hayata benzemiyor. Hızlı, rengarenk, tatlı bir kadın. Kırıp geçiriyor hepimizi... Gülmeye başladım.
    
Biraz sonra insanlar sustu. Ben hâlâ boğuluyorum gülmekten. Annem dürttü. "Sus, yeter. Oğlum dur..." Olmuyor. Gözlerimden yaşlar boşandıkça kıkırdıyorum. Derken sahnede de bir tuhaflık oldu. Oyun durdu. Nisa Hanım öne kadar geldi. Biz de neredeyse dibindeyiz. Bana dönüp "Sen ne şeker bi' şeysin bakiim..." dedi. Sevdi sandım. Sonra yeniden devam ettiler. Birinci perdenin sonunda bizimkiler beni eve götürdüler. Rezil olmuşuz. Bu sonmuş. Aşkolsunmuş. Bir daha zinharmış. Daha o yıllarda tiyatro yasaklanmıştı bana. Ama olan oldu o gün. Bir çocuğun kalbi çarpmaya başlayınca, hangi rastlantıyla olursa olsun, işte o tehlikeli saplantı sonradan aşk olur. Yalnız kaldığınız anlarda, karanlıkta, sessizlikte ve rüyaların içinde kendine bir yer açar ve yıllar sonra yaşanacak hayatın önceden konmuş ismi haline gelir. Tiyatro kelime olarak bile kafamın içinden geçince içim kıpır kıpır oluyordu. Evin içinde annemlere yaptığım komiklikleri, Erol Büyükburç taklitlerini, kurduğum o tuhaf hayalleri sahnede seyirciye, karşımda her gece sus pus oturacak olan o kalabalığa yapmak fikrine kapılmıştım bir kere.Okuma bayramındaki gösteriye katılmak için parmak kaldırdım, gönüllü oldum. Sınıfta beyaz kurdeleyi ilk takan ben olduğum için, yani hızlı okuma birincisi olduğumdan öğretmen, peki yavrum, dedi. Herkes küçük efe olacaktı önce, sonra kendi isminin baş harfiyle ilgili küçük bir şiir benimki "Ceviz" oldu ve en sonunda da ezberden bir şiir okuyacaktık. Annemle cumartesi günü bana kostüm almak için çarşıya çıktık.

Küçük efe kıyafeti, üstünde kırmızı yeşil plastik taşların olduğu, altın sarısı bir bıçak ve son solo şiirim için şemsiye, yağmurluk, çizme, sonra onlara uygun bir kasket ve atkı alındı. Şiirimin adı da "Yağmur"du zaten. Daha ilk günden ezberledim, sular seller gibi... Durmadan tekrarlıyordum. Provalar bitti, okuma bayramında biz Şişli On Dokuz Mayıs İlkokulu birinci sınıf öğrencileri sahneye çıktık, fotoğraflar çekildi, annemler alkışladı hepimizi. Efeler olarak çıktık, siyah önlüklerle yeniden gelip şiirlerimizi okuduk, "Ceviz" engelini problemsiz geçtim. İçeri girince bir ara perdenin arasından yarısı karanlık olan salona baktım. O sırada Ece bağıra çağıra tek kişilik şiirini okuyordu. Bana bir şeyler oldu, korktum, sonra heyecanlandım, titremeye başladım. Derken öğretmen "Hadi yavrum, sıra sende" deyince "Yapamayacağım" dedim. Annemi çağırdılar, o geldi, ağlamaya başladım. "Yağmur"u falan unuttum, elimde şemsiyeyle kalakaldım. Yapıştım siyah fon perdesine, "Çıkmıycam işte" diye. Beni atladılar, en sonunda "İster misin" diye sordular, "Eve gidelim n'oolur" diye bir daha zırlamaya başladım. Selamda da yoktum. O gün tiyatroya tövbe ettim. Sonraki senelerde ne zaman bir oyun seyretsem oyuncuların korkudan öldüklerini, ama buna rağmen rollerini sürdürdüklerini düşündüm. Lisede açıldım ama... Bir piyes yazdım. Rol dağılımını yaptım, en komik rolü kaptım, sahneye koydum, takılanların, kaçanların yerine çıktım, sınıfı gülmekten kırdım. Görgüsüz Almancı rolü, müsamere hayatımın başlangıcı oldu. Kan ter içinde, abartarak, kendimizden geçerek oynadığımız o piyes, ne zaman televizyonda berbat bir dizi seyretsem aklıma gelir.
    
Sonra İTÜ'de her tür sosyal etkinliği gerçekleştiren bir grubun parçası oldum. Pano çıkarmak, dergi hayalleri kurmak, geziler düzenlemek, kantin sohbetlerini gecelere, çay bahçelerine uzatmak ve deliler gibi okumak derken, bir tiyatro grubu da olmaya (!) karar verdik. Genç Oyuncular dedik kendimize; ve bize oyunculuk öğretsin diye Zafer Abi'ye gittik. Çok uğraştı bizimle. Stanislavski egzersizleri yaptık, diksiyon, vücut falan çalıştık. Makine Fakültesi'ndeki dersler bir yanda, Çehov'un Sevgili Doktor'u bir yanda, kafamız iyice karıştı: Dram Sanatı, tiyatro akımları, termodinamik, Brecht, Lucas, Marx, makine elemanları, aşk ıstırapları, feci şiirler, Heybeliada'nın ıssız yerlerinde yapılan provalar, gitar çalanların önceliği, alttan dersler, ileri teknikle geceler boyu yazılan kopyalar, fotokopiler, Köprüaltı hararetleri, tartışmalar... Her türden varoluş zonklaması aynı zamana denk geldi. Saatler uçup gidiyordu. Arkadaşlar okulun sonuna doğru yeni bir üniversite daha okumaya karar verdiler.

Boğaziçi Tarih, ODTÜ Felsefe, siyaset mastırı ya da İTÜ'yü uzatıp eve kapanıp romanlara gömülmek...

Sonuçta bazılarımız için "Mak. Müh." olmamak ihtimali belirdi. Değişik hayaller, değişik hayatlar seçmemizi sağladı. On yedi yaşımızda kazandığımız ilk tercihimizi bırakıp yalnız aptallar fikir değiştirmez yirmi bir yaşımızda gerçekten ne olmak istiyorsak onu olmaya karar verdik. Ben kendimi konservatuvarın kapısında buldum. Sınava iki parça, bir de şiir istiyorlardı. Shakespeare'den Macbeth, Tennessee Wİlliams'dan Tom, Atilla İlhan'dan Üçüncü Şahsın Şiiri... Yaz tatilinde ailemden gizli çalıştım.
    
Sınav günü geldi, sabah erken Kadıköy'e okula gittim, bekledim, çay üstüne çay, sigara üstüne sigara içtim heyecanımı bastırmak için, durmadan volta attım balıkçıların önünde. Kapıda bekleyen, üst sınıflardan bir öğrenci adımı numaramı söyleyince uçarak girdim içeri.

Uzun bir masanın, yani yan yana konmuş dört normal masanın gerisinde jüri: hepsi orada, gözler üstümde. Yıldız Kenter, Haldun Dormen, Ahmet Levendoğlu, Engin Uludağ, Müjdat Gezen, Mehmet Birkiye, Suat Özturna. Yıldız Hoca, İTÜ'yü bırakacağımı söylediğimde "Ya kazanamazsam.." dedi. İşte o an beynimde şimşekler çaktı, bir kuvvet geldi, sonradan ne zaman sahneye çıksam hep hissedeceğim o titremeyle beraber aldığım upuzun nefesi çektim içime ve "Kazanacağım" dedim. Saatler durdu. Oynadım. Hemen kesti Yıldız Hanım. Piyanoda ses. Gülümseyen yüzler. Yutkunamıyorum bile. Dört dakika. Çıktım. Kapıdan dinleyenler, "Tamam," dediler, "seni alırlar." Sahiden ilk sınavı geçtim. İkincide rahattım, hocalar da rahattı, konuştuk. Bana tiyatroyla ilgili neler okuduğumu sordular, "Türkçede yazılmış her şey" dedim. "Bu yıl kaç oyun seyrettin" dediler, saydım, otuz civarında kestiler. Parçalarımı oynatmadılar bile. Sonraki günler uyuyamadım. Yaklaşık dört yüz kişinin girdiği sınavda dört kişi aldılar o yıl. Birkaç gün sonra sarı bir kağıdın üzerinde kapının camına yapıştırılmış adımı okudum. Kimseyi tanımadığım için belli edemedim sevincimi. Listeye bakan kalabalığın arasından sıyrılıp koşmaya başladım. Mutluluktan ağlayarak koştum; sahnede duran saatler yılların içinde nasıl koşarsa...

...Ve işte karşınızdayım.


- Celal Kadri Kınoğlu

10 Ekim 2010

özledim,

08 Ekim 2010

blue valentine

02 Ekim 2010

marilyn

“Why do I feel this torture?” she scribbled in a diary in 1955. “Or why is it that I feel less human than the others (always felt in a certain way that I am subhuman, why in other words, I am the worst, why?) Even physically, I have always been sure that something was not right with me.”

Monroe’s mental turmoil and literary aspirations are well-known. But her own vivid accounts of her inner life, from teenage years to a time close to her death, bring home how far the real woman was from the dumb blond she portrayed in her films.

Her private writings, to be published for the first time, also show the late star to have been an avid reader who quotes John Milton and Sigmund Freud as she despairs over her loneliness.

The actress’s voice comes over clearly in "Fragments", a collection of notes, letters and poems that were left to Lee Strasberg, her acting guru, on her death in Los Angeles in 1962 at the age of 36.

In 1958, under psychoanalysis and after the failure of her marriage to Arthur Miller, the playwright, she writes: “Help, help, help. I feel life approaching when all that I want is to die.” Miller is the only person in her life she trusted as much as herself, she confides in her notebook.

In another undated fragment, she describes her desperation on a film set. “I am tired. I am searching for a way to play this role. My whole life has always depressed me. How can I play such a gay girl, young and full of hope?”

As a rising star in the early 1950s, she wrote verses about her solitude. “I am alone. I am always alone, whatever happens . . . ” In another poem, she writes: “How I would like to be dead, absolutely non-existent.

In 1961, Monroe wrote to Ralph Greenson, her psychoanalyst, that she had been reading the correspondence of Freud and finds him depressing. She also described how, in the clinic, she smashed a chair against a window and threatened to cut her wrists.

The following year, Monroe was found dead at home from an overdose of barbiturates. A coroner decided that her death was probably suicide.

24 Eylül 2010

bebiş gibi


sevgili blogk, 
izmir çok güzel, çok atraksiyonlu, bol oynamalı, sürünmeli geçti. ilk istanbullu izmir aforizmamızı da edindik: izmir otobüs şoförleri çok gıcık. hani burda da "otobüste cep telefonuyla konuşmak yasaktır." diye bir ayak var ya. güya fren tutmuyomuş cep telefonuyla koşunca bıdı bıdı. neyse efendim, izmir'de değil otobüste telefonla konuşmak, elinizi çantanıza sokacak olsanız şoförler direksiyonu kırıp "az kalsın ölücektik sen sorumsuz vatandaşın yüzünden" tadında laflar edebiliyolar insana. ya da kafanızı koltuk arkasına sokup "kaybolduk biz" çağrısı yapacak olsanız, direksiyon hakimiyeti bozmadan koltuk altına kafa uzatabiliyolar filan. valla bak oldu bunlar. neysea, diyeceklerim bunlar değildi halbuse blogk. şöyle bi real-life apdeyti yapıcektim.
  • hava birden çok soğudu. böyle izmir'e gittik geldik buraya kış gelmiş. sistemim bi afalladı. yazın bile gece yatmadan askılı altına pijama + çorap giyen şima gibi evde baldırı çıplak ama çoraplı geziyorum. 
  • yine havalardan ve egemle ders programını konuşmaktan olucak her sabah okula geç kalma hissiyatıyla uyanıyorum. sonra da "hihoha ne okulu yat uyu" diyorum kendime. okul hayatım boyunca kurmak istediğim bi cümleydi evet ama özlüyorum len okulu. niye eşek kadar olduk ki biz.
  • eve geldim, işler beni bekler. hemen düzeltiye başladım. 2 tanesinin düzeltisini yapabildim şimdiye kadar. allam o kadar kötüler ki. ben çocuk olsam bana bunları alan ana babama inat gece altıma işerdim. çok ciddiyim. okurken utanıp sıkılıyorum, yüzüm filan kızarıyor.
  • bütün yaz çevirisini yaptığım eşşek kadar dişçilik kitabının parasını hala alamadım. sarkis bi yandan ben bi yandan yayıncının peşinden koşuyoruz. adamda öle bi ticaret kafası var ki elinden gelse naylon fatura verip kazıklıycak beni. bugün sarkis arayıp "bilgisayarını alıp bi git, yanına da arkadaşını al, yalnız gitme." dedi. herif tek tek sayacak harfleri sanırım. ben de egem'i aradım, yarın kafa koparmaya gidiyoruz. yayıncı kafası. 
  • üşenmedim bethany cosentino'nun kaç zaman önce bi siteye yaptığı mixtape'teki şarkıları aradım buldum indirdim. döndürüp döndürüp dinniyorum, böyle 60lar, 70ler, shogaze, Nirvana, Small Black, Taylor Swift, kimi ararsan var. ama çok küsel. 
  • aşağıdaki fotolu entirinin supporting oyuncusu kapşonlum izmir'de kaldı.
  • başka şeyler de var, en son Jennifer Aniston'ın köpek filmi Marley & Me'de ağlamam gibi, ama  "anacık" isimli bir masal düzelti için beni bekliyor. siyu.

17 Eylül 2010

s ft. egem - telephone

11 Eylül 2010


çoğu zaman başımıza gelenleri, başkalarının davranışlarını, sözlerini, hatta bazen kendi davranışlarımızı, seçimlerimizi kendi beklentilerimize göre yorumladığımızı, gördüğümüzü düşünüyorum. hayatı da kolaylaştıran bir şey bu nihayetinde, belirli ölçülerde hepimiz yapıyoruz, yolda üstü başı pis birini bize doğru yürürken gördüğümüzde aramızdaki mesafeyi açıyoruz mesela, ya da karşıdan karşıya geçerken gelen taksi ise yaya geçidinde bile fazladan temkinli geçiyoruz karşıya. bunlar bariz örnekler, daha başkaları ve sosyal durumlarda daha yontucuları, insana insan kaybettiricileri de var, ilk izlenim gibi mesela. her neyse, çok kaderci bir insan olmasam da, bunlar gibi ama çok çok küçücük şeyleri farkettiğim zamanlarda küçük ve önemsiz bu senaryolarımızın hayatımız üzerinde olan etkisi, yani başımıza gelenler, eylemlerimiz, sözlerimiz, günlük rutinimiz üzerindeki bu kontrolümüz beni korkutuyor.

08 Eylül 2010

Oyun durur. Disk el değiştirir.

FML.

06 Eylül 2010

"Keep away from people who try to belittle your ambitions. Small people always do that, but the really great make you feel that you, too, can become great. When you are seeking to bring big plans to fruition, it is important with whom you regularly associate. Hang out with friends who are like-minded and who are also designing purpose-filled lives. Similarly, be that kind of a friend for your friends." - Mark Twain

05 Eylül 2010

ne kadar çok sevdiğimi unutmuşum,


We live on a mountain
Right at the top
There's a beautiful view
From the top of the mountain
Every morning I walk towards the edge
And throw little things off
Like:
Car parts, bottles and cutlery
Or whatever I find lying around

It's become a habit
A way
To start the day

I go through all this
Before you wake up
So I can feel happier
To be safe up here with you

It's early morning
No one is awake
I'm back at my cliff
Still throwing things off
I listen to the sounds they make
On their way down
I follow with my eyes 'til they crash
Imagine what my body would sound like
Slamming against those rocks

When it lands
Will my eyes
Be closed or open?

I go through all this
Before you wake up
So I can feel happier
To be safe up here with you 

- Björk, Hyper-Ballad

30 Ağustos 2010

you don't even go here ?!


Crying Girl: [reading from paper] I wish we could all get along like we used to in middle school... I wish I could bake a cake filled with rainbows and smiles and everyone would eat and be happy...
[about to cry]
Damian: [shouting from back] She doesn't even go here!
Ms. Norbury: Do you even go to this school?
Crying Girl: No... I just have a lot of feelings...
Ms. Norbury: Ok go home...
[girl walks off stage]
Ms. Norbury: Next!

federaller

esra'yla buluşmuşuz sonunda, birlikte yürüyoruz eminönü'ne benzer bir yerde. tabi ki her seferinde olduğu gibi oraya nasıl geldiğimizi hatırlamıyorum ama o an hatırlıyordum. her neyse, denizin üzerinde, iskele gibi bişeye işaret ediyor esra, "bunun üzerinde yürüyelim mi?" diyor. ben çok hevesli değilim, çünkü iskele bildiğin sallanıyor; ama yine de "olur" diyorum. yürümeye başlıyoruz kenarları duvarlarla örülü iskelenin üstünde, önümüzde de yürüyen başkaları var. geçit gibi bir nevi yani. birden iskele sallanmaya başlıyor, esra'yla beraber yalpalıyoruz ama üzerinde yürümeye devam ediyoruz. sonra büyük bir dalga geliyor sanırım çünkü iskele yerle hiç bağlantısı yok gibi tepetaklak oluyor ve tersi dönmüş bir şekilde su yüzeyinde kalıyor. esra'yla ben de denize düşüyoruz tabi, ben korkuyorum ama ikimiz de çığlık filan atmıyoruz, ben iskeleye tutunup çıkıyorum, esra ortalarda yok. çıktığımda sırılsıklam olmadığımı sadece hırkamın ıslandığını farkediyorum. iskeleye yakın bir restoran görüyorum, restoran da değil daha çok esnaf lokantası gibi. oraya yürüyorum esra'nın orada olacağından emin bir şekilde. lokantanın dışında da masalar var, o masalarda da oturan insanlar. bir masada oturan 3 elemandan biri beni bi süzüyor, "bi dakka ya, sibel sen misin?" diyor. ben afallıyorum, elemanın yüzü tanıdık ama çıkaramıyorum. "evet" diyorum, eleman da ismini söylüyor, şimdi hatırlamıyorum. "ilkokuldan" diyor. hah, "ben de onur diyecektim, ne kadar çok benziyorsun onur'a" diyorum. ve o an farkediyorum eleman hakkaten ilkokuldan arkadaşım onur'un kopyası. o da gülüyor, "yok sadece benziyoruz" diyor, anlatıyor bir şeyler. diğer iki eleman da okuldan arkadaşımmış, konuşuyoruz. ben diyorum biladerler kalırdım ama arkadaşa bakıcaktım ben diye. sonra lokantaya giriyorum, esra hakkaten lokantanın arka tarafında oturmuş elinde saç kurutma makinesi kıyafetlerini kurutuyor. ikimizde de yolda düşmüşüz, ya da yağmura yakalanmışız gibi bi hava var, öylesine rahatız yani. ben de hırkamı filan kurutuyorum bi yandan lokantanın sahibi olan kel göbekli, göbeğinin altında kemerli amcalar kötü kötü bakıyolar bize. biz de "elimizi çabuk tutalım bari" oluyoruz. sonra da lokantadaki masalardan birine oturup yemek yiyoruz. ama hala huzursuz bir hava var nedense bize gıcık lokanta amcaları yüzünden. sonra film kopuyor, bu sefer şima'yla taksideyiz, yine ikimizde de bi haller var. yağmur yağıyor bi yandan da. şima "bize gidelim ama ... uğradıktan sonra" diyor. böyle üstü alter kıyafet & aksesuar mağazası altı depomsu bi yere gidiyoruz. oradaki kötü adamlarla bi piroplemimiz oluyo, buralar biraz karışık, hatırlamıyorum ama. paramızı mı artık alacağımızı mı neyse alıp çıkıyoruz, yine taksiye atlıyoruz. şima "artık bize gidemeyiz, evin nerede olduğunu biliyorlar" diyor, ben "bize de gidemeyiz orayı zaten biliyorlar" diyorum. evdekiler için dertleniyorum acaba onlara bişeyler yaparlar mı diye. sonra yine film kopuyor, şimalardayız, onlara henüz gelmemişler. sonra bizdeyiz, benim kıyafetleri alıyoruz acele acele. sonra yine taksiye atlıyoruz. gidecek yer bulamadan uyandım.

27 Ağustos 2010

25 Ağustos 2010

hatıra kutusu



pelin'in taa kaç zaman önce gönderttiği, benim de beyenip "yapayım ben bunu yahu bi ara.." dediğim üstteki pano için şarap mantarlarımı sakladığım hatıra kutumu açtım demin. hepimizin vardır mutlaka böyle bişeyi, kutu olmasa da çekmece, dolabın bi köşesi, mektup kutusu vs gibi mutlaka. benimki irem'in kaaç sene önce içine doğumgünü hediyemi koyup gönderttiği çok güzel bi kutu, açıp kapamaktan kenarları biraz eğri büğrü olmuş. içinden neler neler çıktı tabi ki, biriktirmekten açıp bakmaya vaktim olmamış, ya da "nasıl olsa koyan benim, içinde ne var biliyoruz herhalde" hissiyatıyla tenezzül etmemişim. böyle eski günlüklerim (ofişıli 3 günlüğüm var, 5, 6-7 ve 8. sınıftan kalma :) ) özellikle çok komikler. mesela 5. sınıftayken pıtırcık olduğumu sanıyormuşum ben:

"İlk derste öğretmen sınıfa girer girmez kim anlatma yapacak dedi. Ben parmağımı kaldırdım. (Başka arkadaşlar da tabi) Öğretmen Onur'u kaldırdı. Ama o parmak kaldırmamıştı. Bu haksızlıktı." bunun tarihi de 07.10.1997 bu arada. şahane değil mi?


sonracığıma, hatıra defterim var bir tane, mani mi istersin, akrostij mi maşallah hepsi var. babama, komşu kızı gülsün ablaya sayfa ayırmışım ama yazdırmamışım. yazdırasım geldi, size de yazdırayım bi ara ister misiniz? defter tabi evlere şenlik, yazıları da okuruz hayatımıza iki heyecan gelir. yine irem'den gelen çok şahane iki defter var bi de. bi tanesi looney tunes kaplı, çok şirin, ilk sayfasında sücan, sütaş gibi bana ithafen yazılmış laflar var, 2003 tarihli. hatta 14.12.2003. diğeri de yine 2003, irem'in istanbul-çeşme-bozcaada tatil maceraları, beyle bikinili küşüklük fotosu, benim ilk ingilizce şarkı sözü yazma girişimim (irem'e yazıp mesac attıydım), eştın kaçır yapışkanı, orhan veli'nin "robinson" isimli şiiri, ve daha bi sürü zırtapoz şey..
sonraaa..böyle bi sürü film, sergi, konser bileti, katologumsu şeyler, avni lifij'in şu portresi:
ilkokul sınıfımın öğrenci listesi, görevli olduğum, çalıştığım, katıldığım her türlü zımbırtının isim kartı, pelin'in sevgililer gününde gönderttiği çiçeklerin kartları :D derste sıkılıp çizip yolladığı kalpler, egem'in doğumgünü hediyemin içine yazdığı bi yazı. üniversite 1. sınıf ders programım, bunalım vakitlerimde kağıtlara yazdığım günlüğümsü yazılar, edinburgh'da barselona'da elimden geldiğince yazdığım bir sürü şey..yaz okulu için edinburgh'da okuduğum crossing the river'dan şu alıntı:

"She looked at the palms of her hands where the darker skin now blended into the lighter, and she wondered if freedom was more important than love, and indeed if love was at all possible without somebody taking it from her."

küçücük bir kese içinde sakladığım 5. sınıf sınıfımızdan küçücük bir tebeşir, besni'den üzerine nedense küçük göz yaşları çizip yine taaa kaç sene önce aldığım minicik bir taş. böle en dipte de irem'in çanakkale'nin aynalı pazar isimli gazetesinde yazdığı müzik sayfaları ve tabi ki aslan burcu ile ilgili küçük bi kitapçık :)

ve saklamaya değer bulduğum daha bi sürü şey :)
yalnız şöyle bi şikayetim var: neden artık sinema biletleri eskisi gibi bilet şeklinde değil? fiş mi saklayacak şimdi benim gibi kutu severler yani? yetkililere arz ederim :p
bi de işe yarar 8 şarap mantarı çıktı kutudan, iki tane de plastik cumartesi mantarı var ama onları saymıyorum. ne yani 10 şişelik mi mantar birikmiş bunca vakittir şimdi? bu konuda bişey yapmak lazım a dostlar :)

23 Ağustos 2010

Mixtape II: Here Sometimes



[01] Arcade Fire - Ready to Start
[02] Memory Tapes - Green Knight
[03] Fleetwood Mac - The Chain
[04] Bat for Lashes - Good Love
[05] Polly Paulusma - This One I Made for You
[06] Broken Bells - Vaporize
[07] Britney Spears - Unusual You
[08] Herman Düne - My Best Kiss
[09] Blonde Redhead - Here Sometimes

indirt / download
http://www.mediafire.com/?hylayhocydon342

08 Ağustos 2010

kralın boynuzları

çook uzun zaman önce sanırım bir masal kitabında okumuştum. ülkelerin birinin kralının boynuzları varmış, ancak bunu herkesten, hatta karısından bile bir sır olarak saklıyormuş. zaten sürekli tacıyla dolaştığından boynuzlarını da kimse görmüyormuş. bir gün hizmetkarlardan biri kralın odasına kapıyı çalmadan girme gafletinde bulunmuş ve kralı taçsız görmüş. kral bin tehdit savurmuş, "boynuzlarım olduğunu kimseye anlatacak olursan kelleni gitti bil" demiş. hizmetkar yalvarmış yakarmış bin söz vermiş, kral da bunu bağışlamış. ancak hizmetkar bu sırrı taşımayamamış, canından olmaktan da korktuğundan boş bir tarlaya bir çukur kazmış, çukura inip avazı çıktığı kadar bağırmış "kralın boynuzları vaar! kralın boynuzları vaaar!" diye. sonra da içi rahatlamış bir şekilde çıkmış çukurdan, almış küreğini doldurmuş çukuru tekrardan. mevsimler geçmiş, çukurun üstünde çiçekler bitmiş ve o tarladan rüzgar estikçe sallanan çiçekler "kralın boynuzları vaar!" diye bağırmaya başlamışlar. sonunda da kralın boynuzları olduğunu tüm ülke öğrenmiş ve kral "kimseye söylemedim kralım" diye yalvaran hizmetkarın gözünün yaşına bu kez bakmamış, bir daha da kimse kralın boynuzları konusunda ağzını açmamış.

kıssadan hisse yapmayayım amma velakin, şu sırrımı tutasın istiyorum blogk. duyulursa kellem gitmez ama işte duyulmadan kendi aramızda gülelim olur mu? kuzenime ait alttaki.

ve for the record: kuzenimi severim, ona göre.



05 Ağustos 2010

bugün güzel bi hisle uyandım,

30 Temmuz 2010

desperation is the Devil's work


I was surprised, I was happy for a day in 1975
I was puzzled by a dream, it stayed with me all day in 1995
My brother had confessed he was gay
It took the heat off me for a while
He stood up with a sailor friend
Made it known upon my sisters wedding day

I got married in a rush to save a kid from being deported
Now she's in love
I was so touched, I was moved to kick the crutches
From my crippled friend
She was not impressed cause I cured her on the Sabbath
I went to confess
When she saw the funny side, we introduced my child bride
To whisky and gin
To whisky and gin

The priest in the booth had a photographic memory
For all he had heard
And he took all of my sins and he wrote a pocket novel called
"The State I Am In"

And so I gave myself to God
There was a pregnant pause before he said ok
Now I spend my day turning tables round In Marks & Spencer's
They don't seem to mind

I gave myself to sin
I gave myself to Providence
And I've been there and back again
The state that I am in

I gave myself to sin
I gave myself to Providence
And I've been there and back again
The state that I am in

Oh love of mine, would you condescend to help me
Cause I'm stupid and blind
Oh and desperation is the Devil's work, it is the folly of a boy's empty mind
Now I'm feeling dangerous, riding on city buses for a hobby is sad
Why don't you lead me to a living end
I promised that I'd entertain my crippled friend
My crippled friend

I gave myself to sin
I gave myself to Providence
And I've been there and back again
The state that I am in

I gave myself to sin
I gave myself to Providence
And I've been there and back again
The state that I am in

I gave myself to sin
I gave myself to Providence
And I've been there and back again
The state that I am in

I gave myself to sin
I gave myself to Providence
And I've been there and back again
The state that I am in

I gave myself to sin
And I've been there and back again
Oh yeah

özlemek çok sinsi bir his blogk. bir öğleden sonra alakasız bir şarkıda alakalı bir fotoğrafla insan hiç olmayacak şeyleri, yerleri, insanları, kokuları, hepsinin bir araya gelmesiyle oluşan o anın hissini çok özleyebiliyor. ve siz de hazırlıksız yakalandığınız için anlayamıyorsunuz önce ne olduğunu, deşip bulduğunuzda da "aman sen deee" diyorsunuz ama, iş işten geçmiş oluyor.

26 Temmuz 2010

"Life is what happens to you while you’re busy making other plans.” - John Lennon

10 Temmuz 2010

senaryo ekibi

20 Haziran 2010

something great

yatağımda uzanmış kitap okuyorum, keyfime diyecek yok. bayadır böyle keyif çatamıyodum ölecem sevinçten. kitap okuyorum diye sevineceğim günler de mi gelecekti ey blog? gelmiş de fark etmemişiz iyi mi.
bi de dear euphoria dinliyorum, bu albümü 3. döndürtüşüm. çok oldu ben bu albümü dinleyip sindirip "bitireli" aslında. ne garip değil mi? böyle bikaç senedir ulaşabildiğimiz albüm, film, kitap sayısı arttığından büyük ihtimalle böyle bir şey oluştu. ben tek bir korsan cdyi cdmanimde haftalarca dinlediğimi bilirim. o albümleri tekrar dinlediğimde şimdiki gibi bir bitmemişlik, "bunu daha fazla dinleyeyim ben ne güzelmiş", "ya da yeterince ilgi göstermemişim ben buna" gibi bir şey hissetmiyorum. artık hep "oh bu ne güzel, ama dur daha bu var, bu da var dur bi".. tabi bu bollukta isteyen istediğine yönlendirmekte serbest ilgisini alakasını ama benim gibi her izlediğini bir daha izleyesi, kategorilere ayırıp üst üste izleyesi, her gittiği sergiye tekrar gidesi gelen, bir şeyi bitirmeden yasını tutmaya başlayan bir acayip bir insansanız gece gece hem okuduğunuz şeye hem dinlediğiniz şeye heyecanlanıp, "ben bunu tekrar okuyacağım, yeterli ilgiyi dikkati vermedim, tekrar dinleyeceğim daha sindirememişim" diye gelir bloglara böyle...boşver sen beni, benden hayır yok. ee senden naber?

17 Haziran 2010

daimiyet özlemi *wtf

s: ya şima bi git allasen
ş: ya ben ciddiyiiiim
s: ben de olum o ne laaaan o neee
ş: ya ben sevdiiiim

15 Haziran 2010

gözü tamamen kapalı







13 Haziran 2010

**

*

11 Haziran 2010

paolo

bu aralar rüyalarım aynen şöyle işliyor: birazcık gerçek hayattan malzeme + egzotik lokasyonlar + bol bol ekşın + twilight zone & lynchvari bir ambiyans.
tabi böyle olunca tadından yenmiyor ister istemez. mesela dün egem, pelin ve şima'yla tatildeydik ve paolo isimli bir turist rehberimiz vardı ispanyol. ve sonra hep beraber jet ski'ye biniyoduk. nasıl ama?

:D

hayır çok eğlenceli eğlenceli olmasına da ah birazcık da olsa vaktim olsa da yazsam şunları bi yerlere. rüya günlüğü bile tutamaz oldum. kendime hiçbişey yapamıyorum vakitsizlikten blog. film bile izleyemiyorum inanır mısın? ama şu illetin yarısını bitirmeme az kaldı, onu bi halledeyim, sonrasını getirsem de daha adam gibi bi planlama yapıcam. kotarıcam hepsini. gazlıyım.

06 Haziran 2010

Love, Love, Love: Yaz için Karışık Kaset :)

senin için son zamanlarda dinlemeye başlayıp çok sevdiklerimden karışık bir kaset yapmak istiyordum bir süredir blogk. yaz temalı değil, mevsim olarak denk geldiğinden yaz için olmuş olsun. hadi bakiym, seversin umarım :)

Tracklist
01 Best Coast - When I'm With You
02 Florence + the Machine - Heavy in Your Arms
03 Rachel's - Esperanza
04 Beach House - Childhood
05 The Organ - Love, Love, Love
06 Mojave 3 - In Love With a View
07 St Vincent - Marry Me
08 The Kinks - Nothing in This World Can Stop Me Worrin'Bout That Girl
09 Julie Ruin - A Place Called Won't Be There
10 Yeasayer - Wait for the Summer

02 Haziran 2010

itiraf edeyim,

ben kendini gizliden sevenlerdenim.

27 Mayıs 2010

holiday ~

26 Mayıs 2010

limon dünya

salondayım, tahmin edebileceğin üzere çeviri yapıyorum, hala :) ama alıştım galiba, hayıflanmıyorum artık :p hem 40 sayfam kaldı ki bu benim için parti verme sebebi bi sayı. kahve içiyorum bi yandan, bu bugün 2., iki gündür niyeyse her zamanki gibi geç yatıp erken kalkıyorum. sabahın köründe uyanınca, ki benim için 10 oluyo o :D, insan "yok artık" diyor önce ama herşey böyle vakitlice hallolunca da kendini tarkan'ın atasözü manyağı şarkısı gibi bulabiliyor.
izmir fotoğraflarımı bastırmak istiyoruuum bir de. evet izmir'e gittim ben bu haftasonu, pelinkuş'u sözledik :) egem'le şima o azcık vakitte de olsa izmir'i gezdirdiler bana, ister istemez edinburgh londra anılarım canlandı böyle koştura koştura bi yerleri görme-gezme telaşı yüzünden. bi de kaldığımız örtmen evine dönerken bastıran çılgın yağmurdan ve donumuza kadar ıslanıp odada converse kurutmak için sekkiz oluşumuzdan tabi. ben seviyorum seyahati yaa, otobüste dönüşte telef olmamıza rağmen yolculuğu da seviyorum. ah şimdi ne çok koyasım geldi şuraya bi fotö.

ben sonra dönücem sana fotoğrafla blogk. şimdilik hislerimle yetin :-*

16 Mayıs 2010

that won't stop me crying over you

There's thieves among us, painting the walls
With all kinds of lies, and lies I never told at all

What's in my pocket, you never knew
You didn't know me well so well as I knew you

And I know and you know too
A love like ours is terrible news

But that won't stop me crying
No that won't stop me crying over you

I'm not a prophet
Old love is in me
New love just seeps right in
And it makes me guilty

Why do you look like that?
It's not all that bad
I'll see you sometime
Sometimes lonely isn't sad

And I know and you know too
A love like ours is terrible news

But that won't stop me crying
No that won't stop me crying over you
No that won't stop me crying over you

We two are makers just made this mess
Two broken hearts don't beat any less

There's thieves among us, painting the walls
With all kinds of lies, and lies I never told at all

And I know and you know too
A love like ours is terrible news

But that won't stop me crying
No that won't stop me crying over you
No that won't stop me crying over you
No that won't stop me crying over you, you, you

------------------------------------------------------------------------
hava güzel, sıcak, günlerden pazar, ben evdeyim, çevirim bitmiyo, çevirdiğim şey ebemi belliyo.
ama bu şarkı çok güzel :)

03 Mayıs 2010

hani arada muhabbet denk geldikçe birbirimize "hacı insanlar gugılda neler arıyo yeaa" diyoruz ya, (gugıla how to dispose of yazınca ilk çıkan en çok aranan benzer laf how to dispose of a body mesela) şu yukarıdaki da bana ait işte. yaptığım ultra-diş hekimliği-terimli kitap çevirisinin ön sözüne mısır'lı yazar kişi "rahman ve rahim olan allah'ın adıyla.." diye başlamış, ingilizce tabiy bu, ben de münafık olduğumdan bir türlü hatırlayamadım ve "gugıl münafıkları da sever" diyerek kendimi arama motorunun kollarına bıraktım. "kendimi şanslı hissediyorum" demedim tabi, münafıkız ama durmamız gereken yeri de biliriz icabında.

01 Mayıs 2010

Yet you want to be sightless..

’ No. There is something final about this. And, Gudrun seems like the end, to me. I don’t know - but she seems so soft, her skin like silk, her arms heavy and soft. And it withers my consciousness, somehow, it burns the pith of my mind.’ He went on a few paces, staring ahead, his eyes fixed, looking like a mask used in ghastly religions of the barbarians. ‘It blasts your soul’s eye,’ he said, ‘and leaves you sightless. Yet you want to be sightless, you want to be blasted, you don’t want it any different.’ He was speaking as if in a trance, verbal and blank. Then suddenly he braced himself up with a kind of rhapsody, and looked at Birkin with vindictive, cowed eyes, saying: ‘Do you know what it is to suffer when you are with a woman? She’s so beautiful, so perfect, you find her so good, it tears you like a silk, and every stroke and bit cuts hot - ha, that perfection, when you blast yourself, you blast yourself! And then -’ he stopped on the snow and suddenly opened his clenched hands - ‘it’s nothing - your brain might have gone charred as rags-and-’ he looked round into the air with a queer histrionic movement - ‘it’s blasting - you understand what I mean - it’s a great experience, something final - and then you’re shrivelled as if struck by electricity.’ He walked on in silence. It seemed like bragging, but like a man in extremity bragging truthfully.

- Gerald Crich

Women in Love
by D. H. Lawrence

26 Nisan 2010

audrey

livejournal'ın fantastik communityleri indie_exchange ve ifilm_exchange'i keşfettiğimden beri gözüm dönmüş bir halde non-stop download ediyorum bir şeyleri blogk. breakfast at tiffany's de bayadır "bir audrey hepburn filmi izlemedim yahu" deyip gözüme bir yerde link'i ilişsin diye beklediğim bir filmdi ki demin bahsettiğim communitylerden film upload'ı yapanında bulup indirdim sonunda ve izledim de. çok güzel film, çok "eski" film, çok 60lar filmi vs. de izledikten sonra neden bilmiyorum -22 olduktan sonra bende gelişen bir hissiyat oldu bu, yaşlanma korkusu mudur nedir artık bilmiyorum- audrey hepburn'ün şu an "yaşamıyor", "var olmuyor" "bizim gördüklerimizi görmüyor" olması bana çok koydu. tam tarif edemiyorum hissiyatımı aslında şu an ve okurken de komik buluyorsun biliyorum blogk ama o kadının -bir filmini izleyen insan evladı benimle aynı hissiyatı aynı derecede olmasa da hissetmiştir diye varsayıyorum- bile "bitme"si çok üzdü beni. oturup başka filmlerini aradım sonra, ben izlemeye devam ettikçe bu hissiyat biraz olsun azalır diye. dün de sabrina'yı izledim. biz 20lerin başlarındaki 21. yy'ın az-çok okumuş, yazmış, görmüş, izlemiş, dinlemiş çocuklarına ne kadar hitap edebilirse o kadar zevk aldım izlerken de, türk filmlerinden çok bir farkı yoktu, bundan sonra izlediklerimin de çok olacağını sanmıyorum. ama işte bu kadın yoksa şimdi, oyunculuğundan bahsetmiyorum kesinlikle, (açın bir şeyini izleyin, hakkında okuyun filan ne bileyim ) insanın kendini 90lar başı "meyhaneci sarhoşum bu gece" diye başlayan ya da "hepimiz faniyiz hancı" temalı çelik şarkılarına veresi geliyor. ben var anlatabilmek? kısacası ben hayran oldum kadına ve ölü birine hayran olmak kadar insana faniliğini hatırlatan bir şey yok galiba.

25 Nisan 2010





ilki malumunuz da ikincisinden emre & şima sorumlu.

22 Nisan 2010

korku

annemle salondayız, o bu sene moda olan örgü yeleklerden bu sefer de kuzenime örüyor :) pelin'inki geçen gün bitti. ben de kucağımda laptop onunla birlikte göz ucuyla aşk-ı memnu izliyorum. bi senedir filan çok sıkılıyorum televizyon izlerken, normalde de baştan sona izleyemiyorum türk dizilerini, hiçbirinde hiçbir şey olmuyor çünkü :D ama bugün entrika sardı, demin şima'yla da telefonda konuştuk, bihter'in histerisi esir aldı ikimizi de. bu sefer sonunu getiricem yani öyle görünüyor.
dünün -dün müydü?- güzel haberi şimdi karşımda, bakışıyoruz. çeviri evet, doğru tahmin, ama çok yoracak gibi duruyor beni. her şey para için blogk, meteliğe kurşun atıyorum bu ara.

ben asıl bunları demek için gelmedim aslında buraya.
yoldayken, yürüyüşe çıkmışken, bugün çeviriyi almaya giderken ve kedi kovalayan köpek yavrusuna ciğerci "kerhaneci" diye bağırırken, gece uykuya dalmadan hemen önce, birkin'in ursula'ya laflarını, gudrun'ın gerald tasvirlerini okurken ben hep aynı hikayeyi düşünüyorum blogk. başı belli, gidişatı da belli, sonunu henüz bilmiyorum. yazmaya başlarsam bileceğim belki, ya da hikayeye gereken değeri verip üzerinde çalışmaya başlarsam..ama o disiplini hissetmiyorum henüz. normalde bu tür "dürtüler"i hep yaşayan biri olarak böyle tıkanıklıklarda ya hikayenin kafamdaki sesi bir süre sonra duyulmaz olurdu, ya da başka bi yerde, bi fotoğrafın içinde çoğunlukla, kendine bir şekil bulurdu ve ben -imgelemimi maruz görün ama- sonunda kusabildiğim için onu huzura ererdim. çoğu zaman da o hikaye yerini başkasına bırakırdı ki bu döngü, mayası böyle bir insansanız -aranızdan bazıları beni çok iyi anlıyor bu konuda biliyorum :) - pek kırılabilir bi döngü değil bu ki kırıldığı zamanlarda çok mutsuz oluyorum. her neyse, bu sefer ne kadar direneceğim bilmiyorum ama normalde öyle quote görüp hislenen bir insan olmamama rağmen, şu tarif ettiğim hissiyatı bu ara çok yaşadığımdan olacak, şu aşağıdakini okuyunca göğüs kafesime çok fena bir şey oturdu. çok kalmadı yani blogk, ama bu sefer yüzmeye kalkışacağım sular boyumu çok aşıyor ve ben de biliyorsun çok su sevmiyorum. korkuyorum işte kısacası, süslemenin alemi yok. çok korkuyorum.

"There is no greater agony than bearing an untold story inside you." - Maya Angelou

21 Nisan 2010

bolahenk sokak!

günün ilk kahvesini içiyorum, inceden kulağım ağrıyor. sol olan. annem evde yok bugün, dedemle bi başımızayız, atilla da henüz gelmedi okuldan.
sabah güzel bi haberle uyandım, ama daha önce bi güzel habere alenen sevinip sonrasında içimde kaldığı için bu sefer ayrıntı vermeyeyim. böyle nazara çok inanmaz idim ama bu sefer testiyi kırmadan yanağımı çevireyim de ben ne olur ne olmaz.
dün skins'in tekrar izlediğim 2. sezon bölümlerinden biri yine soundtrack'iyle öldürdü beni. electrelane gibi adını görüp duyup dinlemediğim bikaç grubun şahane şarkılarının yanı sıra bu sene en çok dinlediğim gruplardan biri olan beach house'un ilk albümünden bikaç şarkı da vardı bu soundtrack'te ve onları dinliyorum şimdi. auburn and ivory ve childhood isimleri. çok küseller :kalp: hatta al ikisini de fizy'den dinle: auburn and ivory , childhood
elimin new post'a gidişinin asıl sebebine gelirsek, bizim, yani, ucucaparklar, littlemermaid, ladylestrange, mupteda, demran ve benim yeni bir blogumuz var: bolahenk sokak! çook uzun zamandır beraber yazmak istediğimizi aramızda konuşup duruyorduk, önce e-dergi olarak başlayan bu fikir de sonunda blog olarak ortaya çıkmış oldu. başlangıç yazımızda da belirttiğimiz üzere tek bir temamız yok, kafamıza ne eserse, o ara neyle ilgileniyorsak onunla ilgili yazıyoruz şimdilik. bak mutlaka! :)

vee son olarak şu yağmurlu haftaya iyi gideceğini düşündüğüm ve hissiyat olarak birbirine benzettiğim iki fotoğrafımla başbaşa bırakıyorum seni blogk.



16 Nisan 2010

%100 katılıyorum.

hatırlayamama sıkıntısı

dün gece tam uyumadan önce buraya yazmak için -daha doğrusu buraya yazabileceğimi düşündüğüm- çok güzel bi mesele geldi aklıma. o an çok uykum olduğu için kalkıp yazmaya üşendim, üzerinde çok düşündüğüm bir şey olduğu için de unutmayacağımı varsaydım sanırım. ve tabi ki tahmin edebileceğiniz üzere şu an ne olduğunu hatırlamıyorum. başlığını bile düşünmüştüm. bundan sonra başucumda kalem + not defteri bulunduracağım. hem böylece evde bi kenarda yığılı duran onca not defterinden biri bi fonksiyon edinmiş olur, hem de bu hatırlayamama sıkıntımdan kurtulurum belki. kendime not olsun.

14 Nisan 2010



bugün çok sevdiklerimden gidiyorum biliyorum ama şunu görüp de buraya koymadığımı düşünsene blogk. keşke bolahenk sokak'taki best coast'la ilgili yazıma denk gelseydi de -video bugün nete düştü- oraya da koysaydım. neyse kısmet burayaymış :)
bethany cosentino böyle inanılmaz bi insan işte.
bi de bu video bana bi şekilde pete & pete'i hatırlattı. aynı 90lar havalarından çalmalarından olsa gerek.

e. e. cummings

i carry your heart with me(i carry it in
my heart)i am never without it(anywhere
i go you go,my dear;and whatever is done
by only me is your doing,my darling)
i fear
no fate(for you are my fate,my sweet)i want
no world(for beautiful you are my world,my true)
and it’s you are whatever a moon has always meant
and whatever a sun will always sing is you

here is the deepest secret nobody knows
(here is the root of the root and the bud of the bud
and the sky of the sky of a tree called life;which grows
higher than soul can hope or mind can hide)
and this is the wonder that’s keeping the stars apart

i carry your heart(i carry it in my heart)

--------------------------------------------------------------------------------------

since feeling is first

who pays any attention
to the syntax of things
will never wholly kiss you;
wholly to be a fool
while Spring is in the world

my blood approves,
and kisses are a better fate
than wisdom
lady i swear by all flowers. Don’t cry
—the best gesture of my brain is less than
your eyelids’ flutter which says

we are for each other: then
laugh, leaning back in my arms
for life’s not a paragraph

And death i think is no parenthesis.

--------------------------------------------------------------------------------

Thy fingers make early flowers of

all things.
thy hair mostly the hours love:
a smoothness which
sings,saying
(though love be a day)
do not fear, we will go amaying.

thy whitest feet crisply are straying.
Always
thy moist eyes are at kisses playing,
whose strangeness much
says; singing
(though love be a day)
for which girl art thou flowers bringing?

To be thy lips is a sweet thing
and small.
Death,Thee i call rich beyond wishing
if this thou catch,
else missing.
(though love be a day
and life be nothing, it shall not stop kissing)

-----------------------------------------------------------------------------------

you said Is

there anything which
is dead or alive more beautiful
than my body,to have in your fingers
(trembling ever so little)?
Looking into
your eyes Nothing,i said,except the
air of spring smelling of never and forever.

….and through the lattice which moved as
if a hand is touched by a
hand(which
moved as though
fingers touch a girl’s
breast,
lightly)
Do you believe in always,the wind
said to the rain
I am too busy with
my flowers to believe,the rain answered

13 Nisan 2010

The 5 Rules for Creating an Utterly Miserable Life or How NOT to Find Your Big Peace

1. Strive to be perfect
Remind yourself at every occasion that you’ve got to get this perfectly right or you will never be approved of/loved/included or respected. That sounds like a fun way of going about things, doesn’t it?

2. Compare yourself to others
By judging yourself and others, you’ll get to feel either smug or crap (but how often will you really allow yourself to feel smug?).

3. Make happiness conditional
Constantly tell yourself, and others: ‘I’ll be happy when ... I’m thinner/richer/more successful’, etc. You’re putting your happiness on hold and living in fantasy land.

4. Try to prove that you’re someone by pretending to be someone you’re not.
A great strategy for constantly proving to yourself that you’re not good enough as you are.

5. Spend all your time and energy trying to make someone else happy.
Some of the time, perhaps? But notice how much energy you spend focusing on other people’s lives – mind your own business!


ama özellikle ikincisini yapalım olur mu? */ end sarcasm

12 Nisan 2010

90lardan geri dönüverenler - varan I: jewel - foolish games

you took your coat off and stood in the rain
you were always crazy like that
i watched from my window, always felt i was outside
looking in on you
you were always the mysterious one
with dark eyes and careless hair
you were fashionably sensitive, but too cool to care
then you stood in my doorway
with nothing to say besides some comment on the weather
well in case you failed to notice in case you failed to see
this is my heart bleeding before you
this is me down on my knees
these foolish games are tearing me apart
your thoughtless words are breaking my heart
you're breaking my heart
you were always brilliant in the morning
smoking your cigarettes, talking over coffee
your philosophies on art, baroque moved on you
you loved mozart and you'd speak of your loved ones
as i clumsily strummed my guitar
you'd teach me of honest things
things that were daring
things that were clean
things that knew what an honest dollar did mean
so i hid my soiled hands behind my back
somewhere along the line, i must've gone off
excuse me,think i've mistaken you for
somebody else somebody who gave a damn
somebody more like myself
these foolish games are tearing me apart
and your toughtless words are breaking my heart
you're breaking my heart...

indir / download
------------------------------------------------------------------

ilk kez ne zaman dinlediğimi hatırlamıyorum, o yüzden de hep biliyormuşum gibi geldi gece gece abuk bi çeviri yaparken tekrar aklıma gelince. hiçbir zaman çok dinlemedim. çok dinlersem, tarif ettiği malum halet-i ruhiyenin milyonlarca kez başka başka şekillerde karşımıza çıkmış olmasından sanırım, güzelliğini yitirecek gibi geliyor. hakkaten en zoru bayağıya meyletmeden aşk acısından bahsedebilmek galiba.