Bir çocuğun kalbi çarpmaya başlayınca, hangi rastlantıyla olursa olsun, işte o tehlikeli saplantı sonradan aşk olur. Yalnız kaldığınız anlarda, karanlıkta, sessizlikte ve rüyaların içinde kendine bir yer açar ve yıllar sonra yaşanacak hayatın önceden konmuş ismi haline gelir.
İlkokuldaydım. Annemlerle her hafta sonu tiyatroya giderdik. "Büyüme çağında" olduğum için sırtımdaki palto başkasının abimin gibi dururdu üstümde. Kollarını kıvırırdım ellerim görünsün diye. Neden bilmem, yakın zamana kadar bir boy büyük kostümler alıp giydim. Terziler o payı hep bırakırlar ya... "Hani ihtiyaten..." Kat kat kazaklar içimde, kaşkol, eldiven, kasket... Fuayede beni soyarlarken ter içinde kalmıştım zil çaldı. Apar topar salona girdik. Yerimiz önlerde... Altıma paltomu sıkıştırdı annem. Yükseldim. Artık deli gibi bekliyorum, kırmızı perde açılsın... Başlasınlar... (Tiyatroya ve yolculuğa gideceğimiz zaman, bir önceki gece katiyen uyuyamazdım.) Nisa Serezli... "Cennetlik Kaynana" rolünde... Herkes gülüyor. Nefis bir komedi... Hayata benzemiyor. Hızlı, rengarenk, tatlı bir kadın. Kırıp geçiriyor hepimizi... Gülmeye başladım.
Biraz sonra insanlar sustu. Ben hâlâ boğuluyorum gülmekten. Annem dürttü. "Sus, yeter. Oğlum dur..." Olmuyor. Gözlerimden yaşlar boşandıkça kıkırdıyorum. Derken sahnede de bir tuhaflık oldu. Oyun durdu. Nisa Hanım öne kadar geldi. Biz de neredeyse dibindeyiz. Bana dönüp "Sen ne şeker bi' şeysin bakiim..." dedi. Sevdi sandım. Sonra yeniden devam ettiler. Birinci perdenin sonunda bizimkiler beni eve götürdüler. Rezil olmuşuz. Bu sonmuş. Aşkolsunmuş. Bir daha zinharmış. Daha o yıllarda tiyatro yasaklanmıştı bana. Ama olan oldu o gün. Bir çocuğun kalbi çarpmaya başlayınca, hangi rastlantıyla olursa olsun, işte o tehlikeli saplantı sonradan aşk olur. Yalnız kaldığınız anlarda, karanlıkta, sessizlikte ve rüyaların içinde kendine bir yer açar ve yıllar sonra yaşanacak hayatın önceden konmuş ismi haline gelir. Tiyatro kelime olarak bile kafamın içinden geçince içim kıpır kıpır oluyordu. Evin içinde annemlere yaptığım komiklikleri, Erol Büyükburç taklitlerini, kurduğum o tuhaf hayalleri sahnede seyirciye, karşımda her gece sus pus oturacak olan o kalabalığa yapmak fikrine kapılmıştım bir kere.Okuma bayramındaki gösteriye katılmak için parmak kaldırdım, gönüllü oldum. Sınıfta beyaz kurdeleyi ilk takan ben olduğum için, yani hızlı okuma birincisi olduğumdan öğretmen, peki yavrum, dedi. Herkes küçük efe olacaktı önce, sonra kendi isminin baş harfiyle ilgili küçük bir şiir benimki "Ceviz" oldu ve en sonunda da ezberden bir şiir okuyacaktık. Annemle cumartesi günü bana kostüm almak için çarşıya çıktık.
Küçük efe kıyafeti, üstünde kırmızı yeşil plastik taşların olduğu, altın sarısı bir bıçak ve son solo şiirim için şemsiye, yağmurluk, çizme, sonra onlara uygun bir kasket ve atkı alındı. Şiirimin adı da "Yağmur"du zaten. Daha ilk günden ezberledim, sular seller gibi... Durmadan tekrarlıyordum. Provalar bitti, okuma bayramında biz Şişli On Dokuz Mayıs İlkokulu birinci sınıf öğrencileri sahneye çıktık, fotoğraflar çekildi, annemler alkışladı hepimizi. Efeler olarak çıktık, siyah önlüklerle yeniden gelip şiirlerimizi okuduk, "Ceviz" engelini problemsiz geçtim. İçeri girince bir ara perdenin arasından yarısı karanlık olan salona baktım. O sırada Ece bağıra çağıra tek kişilik şiirini okuyordu. Bana bir şeyler oldu, korktum, sonra heyecanlandım, titremeye başladım. Derken öğretmen "Hadi yavrum, sıra sende" deyince "Yapamayacağım" dedim. Annemi çağırdılar, o geldi, ağlamaya başladım. "Yağmur"u falan unuttum, elimde şemsiyeyle kalakaldım. Yapıştım siyah fon perdesine, "Çıkmıycam işte" diye. Beni atladılar, en sonunda "İster misin" diye sordular, "Eve gidelim n'oolur" diye bir daha zırlamaya başladım. Selamda da yoktum. O gün tiyatroya tövbe ettim. Sonraki senelerde ne zaman bir oyun seyretsem oyuncuların korkudan öldüklerini, ama buna rağmen rollerini sürdürdüklerini düşündüm. Lisede açıldım ama... Bir piyes yazdım. Rol dağılımını yaptım, en komik rolü kaptım, sahneye koydum, takılanların, kaçanların yerine çıktım, sınıfı gülmekten kırdım. Görgüsüz Almancı rolü, müsamere hayatımın başlangıcı oldu. Kan ter içinde, abartarak, kendimizden geçerek oynadığımız o piyes, ne zaman televizyonda berbat bir dizi seyretsem aklıma gelir.
Sonra İTÜ'de her tür sosyal etkinliği gerçekleştiren bir grubun parçası oldum. Pano çıkarmak, dergi hayalleri kurmak, geziler düzenlemek, kantin sohbetlerini gecelere, çay bahçelerine uzatmak ve deliler gibi okumak derken, bir tiyatro grubu da olmaya (!) karar verdik. Genç Oyuncular dedik kendimize; ve bize oyunculuk öğretsin diye Zafer Abi'ye gittik. Çok uğraştı bizimle. Stanislavski egzersizleri yaptık, diksiyon, vücut falan çalıştık. Makine Fakültesi'ndeki dersler bir yanda, Çehov'un Sevgili Doktor'u bir yanda, kafamız iyice karıştı: Dram Sanatı, tiyatro akımları, termodinamik, Brecht, Lucas, Marx, makine elemanları, aşk ıstırapları, feci şiirler, Heybeliada'nın ıssız yerlerinde yapılan provalar, gitar çalanların önceliği, alttan dersler, ileri teknikle geceler boyu yazılan kopyalar, fotokopiler, Köprüaltı hararetleri, tartışmalar... Her türden varoluş zonklaması aynı zamana denk geldi. Saatler uçup gidiyordu. Arkadaşlar okulun sonuna doğru yeni bir üniversite daha okumaya karar verdiler.
Boğaziçi Tarih, ODTÜ Felsefe, siyaset mastırı ya da İTÜ'yü uzatıp eve kapanıp romanlara gömülmek...
Sonuçta bazılarımız için "Mak. Müh." olmamak ihtimali belirdi. Değişik hayaller, değişik hayatlar seçmemizi sağladı. On yedi yaşımızda kazandığımız ilk tercihimizi bırakıp yalnız aptallar fikir değiştirmez yirmi bir yaşımızda gerçekten ne olmak istiyorsak onu olmaya karar verdik. Ben kendimi konservatuvarın kapısında buldum. Sınava iki parça, bir de şiir istiyorlardı. Shakespeare'den Macbeth, Tennessee Wİlliams'dan Tom, Atilla İlhan'dan Üçüncü Şahsın Şiiri... Yaz tatilinde ailemden gizli çalıştım.
Sınav günü geldi, sabah erken Kadıköy'e okula gittim, bekledim, çay üstüne çay, sigara üstüne sigara içtim heyecanımı bastırmak için, durmadan volta attım balıkçıların önünde. Kapıda bekleyen, üst sınıflardan bir öğrenci adımı numaramı söyleyince uçarak girdim içeri.
Uzun bir masanın, yani yan yana konmuş dört normal masanın gerisinde jüri: hepsi orada, gözler üstümde. Yıldız Kenter, Haldun Dormen, Ahmet Levendoğlu, Engin Uludağ, Müjdat Gezen, Mehmet Birkiye, Suat Özturna. Yıldız Hoca, İTÜ'yü bırakacağımı söylediğimde "Ya kazanamazsam.." dedi. İşte o an beynimde şimşekler çaktı, bir kuvvet geldi, sonradan ne zaman sahneye çıksam hep hissedeceğim o titremeyle beraber aldığım upuzun nefesi çektim içime ve "Kazanacağım" dedim. Saatler durdu. Oynadım. Hemen kesti Yıldız Hanım. Piyanoda ses. Gülümseyen yüzler. Yutkunamıyorum bile. Dört dakika. Çıktım. Kapıdan dinleyenler, "Tamam," dediler, "seni alırlar." Sahiden ilk sınavı geçtim. İkincide rahattım, hocalar da rahattı, konuştuk. Bana tiyatroyla ilgili neler okuduğumu sordular, "Türkçede yazılmış her şey" dedim. "Bu yıl kaç oyun seyrettin" dediler, saydım, otuz civarında kestiler. Parçalarımı oynatmadılar bile. Sonraki günler uyuyamadım. Yaklaşık dört yüz kişinin girdiği sınavda dört kişi aldılar o yıl. Birkaç gün sonra sarı bir kağıdın üzerinde kapının camına yapıştırılmış adımı okudum. Kimseyi tanımadığım için belli edemedim sevincimi. Listeye bakan kalabalığın arasından sıyrılıp koşmaya başladım. Mutluluktan ağlayarak koştum; sahnede duran saatler yılların içinde nasıl koşarsa...
...Ve işte karşınızdayım.
- Celal Kadri Kınoğlu
19 Ekim 2010
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 comments:
Yorum Gönder