31 Aralık 2008

senin sorunun ne adamım

bütün günü charmed izleyerek geçirdim ve bu cümlenin bütün gün kısmında gayet ciddiyim. ve fakat bahsetmek istediğim bütün günü en doğru şekilde cheesy sıfatı ile tarif edebileceğim sabrina & buffy karışımı bir diziyle geçirdiğim değil, dizinin amerikalılarla ilgili bir süre önce farkettiğim bir şeyi pekiştirmiş olması aslında: bu insanlar giyinmeyi bilmiyor blogk. dizinin şu an izlediğim sezonu 2000'de çekilmiş, yani hepimizin taşlanmamış, beynimize ulaşacak uzunlukta belli kotları giymeyi bıraktığı bir zaman diliminde. ya o straplez, ÖRME, korkunç bluzlara ne demeli? ya siz süper cool ve de geeky -spoiler- cadılarsınız, niye 90lar türk kliplerinden fırlamış gibi giyiniyorsunuz yaa? deri pantolon meselesine girmeyeceğim bile.
işin kötü tarafı, sorun sadece bu dizide değil blogk. bu yaz tanıştığım amerikalıların hepsi -kotları mavi olan nora hariç- böyleydi. yaş filan farketmeden hem de. hani böyle spor salonuna giderken giymek için yine 90lar başında alınan spor ayakkabılar vardır ya, hepsi ondan giyiyordu ya. şaka mısınız? böyle beyaz spor çorapları vardı hepsinin, yaşlıca olanları ise samatha teyzeyle george amcaydı, 2 göbekten texas kovboyu diyelim sen anla blogk.
bunca şeyi amerikalı diye genellediğim tayfanın göz nizamından nasibini almadığını söylemek için yazmadım blogk. hayır merak ediyorum, nerde o sıtayliş ablalar, niye bu karakterlerden biri bile düşük bel pantolon giymiyor, scarlett johansson aslında bi şaka mı? lost cast'ının styling'ini dharma initiative yaptığı için mi onlar düşük bel kot pantolon giyebiliyorlar?


vs.

29 Aralık 2008

bad patient

there's rain on the line
between his ear and mine.
lost in translation, bad patient.
i'm a terrier, a black sheep, half-relation.
he's french, a hack, white caucasian.
we fuck in sadness, a cold frustration.
then we're fine for a while, our hearts adjacent
he types, i read and we clash on the keys.
he corrects, i direct the bones of the text.
but he's silent, too ill, too fragile, too still
and i'm violent and rash, slow down for the crash

çok etkileniyorum.

26 Aralık 2008

fotoğraf çekmeyi o kadar istiyorum ki blogk. çok özledim. fotoğraf makinemin akıbeti konusundaki son gelişmeler de hiç iç acıcı değil. gerçekten üzülüyorum. bir sürü de güzel şey var kafamda üstelik, birini pelin'le de konuştuk geçen. merve için de düşündüğüm bir şey var.
klasik portre hepsi ama daha önce çektiklerim gibi değil.


*iççektim.

25 Aralık 2008

new years resolutions

kendine bir telefon defteri al.
dün gece iki bölüm carnivale izledikten sonra uyudum ve rüyamda başkalarının görüntüsüne bürünebilen, uçabilen, karşı tarafı nafiziki şekillere sokabilen fantastik insanlar gördüm. biraz heroes etkisi de var şu rüyada tabi ki. fekat bu "insanlar" dediğim kitle de sen ben o idi blogk, valla bak. ahahaha. hayalgücüme hastayım.

24 Aralık 2008

metinleri biçip içinden adı konulmuş kuramlara, patolojik durumlara uygun parçaları çıkarıp etiketleme konusunda hep bir sıkıntım oldu benim. "okumak" denilen şey akademikleştiği noktada, ya da ders geçmek için zorunluluk kisvesi altına girdiği noktada uğraşılan şeyin kendisinden keyif alamadığımı(zı) da düşünürdüm hep. ama sanırım madame bovary'ye kadar hiç bu kadar yüzüme vurulmamıştı bu durum çünkü madame bovary bu konulara kafa yorduktan ve bölüme 2 senemi verdikten sonra okuduğum ve sadece okumak istediğim için okuduğum bir şeydi. anlatıcı ses açısından yaptığı yenilikle öncül bir iş olduğunu biliyordum elimin altındakinin, yine kurama, teoriye bulaştırmıştım kendimi ama durduğum mesafe benim için okuma zevki denen şeyi katletmeyecek kadar da yerindeydi. birincisi okuduğum şeyi sadece okumak istediğim için okuyordum, ikincisi de canımın istediği kadar zamanım vardı onu okumak için. ki bu keyfiyetin kendisi sayesinde elimden bırakmak istemiyordum okuduğum şeyi uzun zamandan beri ilk kez.

şimdi ise mevzuu bahis roman üzerinde 4 saatlik lecture dinlemiş bir dimağ olarak flaubert'in böyle bir şeyi yazarken başlıca kaygısının ne olduğunun farkındayım, bu kadar özdeşleştiğim, ideal olanı, metinsel olanı, deneyimlediğinin değil okuduğu şeyi, "olmayan"ı bir anlamda arayan emma'nın narsist kişilik bozukluğundan muzdarip olduğunu, kötü edebiyat maduresi bir kadın olarak hiçbir zaman kendine ait bir kimlik geliştiremediğini, kendine ait bir kimlik sahibi olmasının tek yolu olan zevzek charles'ı sevmeyi başaramadığı için o sanatçı halet-i ruhiyesine sahip olmasına rağmen trajediye mahkum olduğunu "biliyorum".


léon'la yaşadığının 2. sınıf romans parodisi olduğunu, benim metinsellik saplantısı dediğim durumunun quixotary bile olamayacak kadar acıklı olduğunu, frustration içinde yitip gittiğini, benim yaşamak istediğini yaşamayı zina yoluyla bile başardığını düşündüğüm ölümüne deliler gibi üzüldüğüm kadının hepimizin oturup "vahvah kötü edebiyat patolojiye bile yol açabiliyormuş demek ki, oysa mis gibi charles'ı sevebilseydi, o kitaptaki sahte olmayan tek insanı sevebilseydi..." dememiz gereken bir kadın olduğunu, üstüne üstlük flaubert'in bunu bir gazete haberinden yola çıkarak stendhal'ı ve bolzac'ı nasıl sollayacağını göstermek için ekonomik yazın ve stil peşinde koşarak yazdığını "biliyorum".


bütün bu anlattıklarımın benim durumumdaki bi insan için kaçınılmaz olduğunun farkındayım, 4. sene sonunda isyan etmek için de yazmadım bu kadar şeyi. sadece elindeki oyuncak alınıp gözleri önünde yere atılıp bir de üstünde zıplanmış bir çocuk gibi hissediyorum kendimi şu an. bir daha asla emma'ya narsist, rodolphe'e gotik edebiyat arakçısı muamelesi yapmadan okuyamayacağım ben o kitabı. hiçbir zaman özdeşleşmek istediğim kadar özdeşleşemeyeceğim, artık her şey dosyalandı kafamda, o sinir bozucu homais bile sadece sinir bozucu değil aydınlanmanın olup olabilecek en kötü temsilcisi artık benim için.


bu sıkıntı sadece okuma zevkimin elimden alındığını hissetmemden değil biraz da metinsellik ve gerçek olan arasındaki geçişliliği iyice sindiremiyor olmamdan kaynaklanıyor blogk. metine metinin dünyasında gerçeğe -ki o da herneyse- gerçek olanın dünyasında "bakamıyorum" ben. benim için ikisi içiçe, o yüzden tüm bunların gerekliliğini hep sorguluyorum, hep de sorgulayacağım galiba. bu işin okulunu okuyor olmamız bizi bu işin bilimadamları haline getirmemeli, laboratuarımızda okuduğumuz her şeyi parça parça edip, laboratuarın kapısını kapattıktan sonra "ama şimdi burası başka bir yer, o dediğin sadece kitaplarda olur." diyememeliyiz, dememeliyiz. aradığım şey metinlerde varolduğu için ben hala elimde tuttuğum, kağıt üstüne basılı olmayandan umutluyum.

22 Aralık 2008

geriliyoring.

kamingsuun.

17 Aralık 2008

tamam öncelikle şununla yüzleşelim,
mezun oluyorum. istediğim kadar az ders alayım, dilekçelerle takla atayım, me-zun o-lu-yo-rum.
yıllık fotoğrafı çekimi, kep, cüppe, ulen ufaktan yıllık yazısı yazmak gerek gibi hissiyatların tavan yaptığı şu dönemde çoğunluk olarak kanaat hep bu fotoğraf işinin gerginç, yıllık yazısı dediğimiz hadisenin ise na-samimi bir şey olduğu idi. ve de itiraf edeyim ki ben de o çoğunluğa dahildim. ta ki liseden pek de samimi olmadığım bir arkadaşımın soyadını hatırlayamayıp sinir yapıp yıllığımı elime alana kadar. arkadaşın soyadını bulup rahata erdikten sonra kendi sayfama da baktım kontrol edemeyerek. tamam fotoğrafım daha güzel olabilirmiş, rötuş şeysi fazla kaçmış. yazıların da neredeyse hepsini okudum -bir tanesi korkutucu derece bi ilan-ı aşk vakasıymış şimdi farkettim 0_o - tamam şimdi çok çocukça gelen bir üslupla yazılmış çoğu..ama yine de güzel hissettim okurken, 10 sene sonra açınca okumak isteyeceğim türden şeyler yazılanlar ve yazıldıkları an için de büyük ölçüde samimiler aslında. çocukça bi samimiyet ama dedim ya güzel hissettiren cinsten. 2 sene önce bakmaya katlanamadığım şeyi şimdi bu ölçüde sempatik buluşum yaşımın kemale erdiğini de gösteriyor olabilir pek tabü blogk, ama sanırım en büyük etken tahammül sınırlarımın genişlemiş olduğu gerçeği.

ha bir de,
yeni yıllık -öhöm- fotoğrafımın çok güzel çıktığı gerçeği de var tabii ehea :D

çok üzülüyorum.

şu 2 ayda fotoğraf makinemin başına gelmeyen kalmadı blogk.
önce aynanın viewfinder'a görüntüyü yansıttığı o küçük saydam plastiğe tanımlanamayan bi leke hasıl oldu. ondan kurtulana kadar göbeğimden çatladım. dün de yıllık fotoğrafı çekiminden sonra pür heves esra'nın aldığı siyah beyaz filmimi taktım makineye. canan'ı okul bahçesinde yakalayıp ona verdim makineyi içinde benim de olduğum bir fotoğrafımız olabilsin kızlarla diye. bir poz çekti, "ikinci poz da canan olsa beya" diye makineye sarılmam ve pozlamamla birlikte shutter'ın takılması bir oldu. ki bu ilk kez olmuyor. böyle durumlarda tüm ilkelliğimle lens'i çıkarıp aynayı açıp kapamak suretiylen, yani odunsal bir pozlamayla mevzuuyu çözer idim. o poz sizlere ömür olurdu ama hayat eski güzel toz pembeliğine bürünürdü adeta. ama bu sefer aynaya dokunmamla shutter'ı hayata döndüremediğim gibi ayna da resmen elimde kaldı blogk. ağlamak istiyorum. günüm(üz) bok olmasın diye, "tamir olur yahu, eheh, yaptırırım ben bunu caanım, kristal fotodaki göbekli amcaya sorarım hem" diye teselli ettim kendimi, o günlük de iş gördü, ama şimdi resmen moral bozmamak için olay aklıma geldikçe başka şeyleri düşünmeye çalıştığımı farkettim. ağlıycem blogk, biri gelip "merak etmeyin, çocuğunuz iyileşecek, itzganabiokey." desin istiyorum. ühühühüh.

16 Aralık 2008

s the kılı kırkyaran.

ecnebi milleti buna meticulous diyor blogk.
flaubert kim bilir misin?
şişik orta parmağımla, eski pcden çıkarıp laptop'ıma taktığım hoparlörlerimle ve yalama ettiğim winamp pause tuşuyla tanış, anlarsın.

sevgiler, öpücükler




*evet ses kaydından ders notlarını yazıyorum.

15 Aralık 2008

closer


izlemeyi, dinlemeyi, okumayı devamlı ertelediğim bir sürü isim var aslında. neden bilmiyorum ama bu erteleme bir şekilde bu isimler etrafımda çok konuşulduğu zaman baş gösteriyor. kitlelerin beğendiği şeylerin değersiz olduğu sanrısı mıdır, bir çeşit başkalarının üzerinize yıktığı beklentilerinden arınma çabası mıdır, kendi keşfettiğini daha değerli sanma eğilimi midir, bilmiyorum. ama bazen böyle güzellikleri de gözden kaçırıyor insan bu illet yüzünden blogk. closer da aynı illetten muzdaripti benim için. çok fazla insandan "çok güzel" olduğunu dinlediydim, damien rice da filmin gösterime girdiği vakit dahil olmuştu bir şekilde muhabbetlere the blowers daughter ile.
velhasıl-ı kelam, daha dün izledim ve çok etkilendim blogk.

sırada da garden state var :)

13 Aralık 2008

gece saat 2'yi 20 geçmek

kabul ediyorum,
how i met your mother bağımlısıyım.
-tebrikler! kabul etmek ilk adımı atmak demektir s, bundan sonrası için planların neler?
yatmadan önce 3 bölüm daha izliycem galbaaaa!


*this post was published under the influence of a very serious mental illness called himymandilikedit and the sole reason behind this endavour was a gentle wish to enlighten next generations about the possible danger. thank you,



bro.


12 Aralık 2008

gör!








gizem vural'ın deviantart sayfasından küçük bir seçki. galerisine de bak blogk: gecesintisi.deviantart.com
beni yormayan, yanında huzurlu, mutlu olduğum
hesapsız, ne kadar aldığını ölçmeden verici olabilen
sevmek ve kabullenmekle ilgili sorunları olmayan
kendi mutsuzken senin mutluluğuna sevinebilen

insanlarımı seviyorum. çok. iyi ki varsınız.

11 Aralık 2008

Rozet - Sempé & Goscinny

Bu parlak buluş, bu sabah teneffüste Toraman'dan çıktı:
"Biliyor musunuz, bizim takımın çocukları rozet takmalı," dedi.
"Rozet mi?" dedi Çarpım.
"Sana söyleyen olmadı pis muhbir!" dedi Toraman.
Çarpım ağlayarak gitti, pis muhbir olmadığını ve bunu kanıtlayacağını söyledi.
"Rozetle ne yapacağız?" diye sordum.
"Birbirimizi tanıyabileceğiz," dedi Toraman.
"Birbirimizi tanıyabilmek için rozet mi gerekli?" dedi Dalgacı şaşkınlıkla.
Toraman, rozetin takımımızdakileri seçebilmemize yarayacağını, düşmana saldırdığımızda bize büyük kolaylıklar sağlayacağını anlattı.
Biz bu parlak buluşu çok tuttuk.
Gümüş, üniforma giyersek daha da iyi olacağını söyledi.
"Üniformayı nereden bulacaksın?" diye sordu Toraman. "Hem üniformalarla soytarıya döneriz."
"Benim babam soytarıya mı benziyor peki?" diye sordu Sırım.
Babası polis olan Sırım, ailesiyle alay etmelerinden hiç hoşlanmaz.
Ama Sırımla Toraman'ın dövüşecek zamanları olmadı. Çünkü Çarpım yanına Karagöz'ü almış geliyordu.
Çarpım, parmağıyla Toraman'ı işaret etti.
"O işte," dedi Çarpım.
"Bir daha arkadaşınıza muhbir dediğinizi duymayayım," dedi Karagöz. "Gözlerimin içine bakın. Anlaşıldı mı?"
Yanımızdan ayrıldıklarında, Çarpım çok keyifliydi.
"Rozet nasıl olacak?" diye sordu Dırdır.
"Altın olsa güzel olur. Babamınki öyle," dedi Gümüş.
"Altın mı? Sen iyice çıldırmışsın!" diye bağırdı Toraman. "Altının üzerine nasıl resim çizeceksin?"
Toraman'a hepimiz hak verdik ve rozetlerin kağıt üstüne yapılmasını kararlaştırdık. Sonra, rozetin biçimi üstüne tartışmaya başladık.
"Benim ağabeyim bir kulübe üye," dedi Dırdır. "Onun rozeti müthiş. Üzerinde bir futbol topu, topun çevresinde de defne yaprakları var."
"Defne yaprakları çok lezzetlidir." dedi Lüplüp.
"Hayır, çok iyi arkadaş olduğumuzu gösteren kenetlenmiş iki eli yeğlerim ben." dedi Sırım.
"Rozetin üstünde takımın adı olmalı: Öç alanların takımı. Sonra iki de kılıç, bir kartal, bir sancak. Çevresinde de adlarımız olmalı," dedi Gümüş.
"Biraz da defne yaprağı," dedi Lüplüp.
Toraman, bütün bunların biraz fazla olacağını, ama kendisine ipuçları verdiğimizi, şimdi derste rozeti çizip teneffüste bizlere göstereceğini söyledi.
"Rozet nedir?" dedi Dalgacı.
Sonra zil çaldı, sınıfa girdik.
Toraman, daha geçen hafta coğrafyadan sözlüye kalktığı için rahatça çalışabildi. Çok uğraştı. Boya kalemleriyle bir şeyler çiziyor, dilini çıkarıp duruyordu. Hepimiz meraktan çatlıyorduk. Toraman işini bitirince defterini şöyle bir tuttu, bir gözünü kısarak baktı. Çok hoşnut görünüyordu. Sonra teneffüs zili çaldı.
Karagöz dağılmamızı söyleyince hemen Toraman'ın çevresini sardık. O, gururla bize bize defterini gösterdi. Rozet, oldukça hoştu. Ortasında ve kenarında birer mürekkep lekesi olan bir rozetti. İçi mavi beyaz ve sarıydı, çevresinde de TPTSGLDD yazılıydı.
"Müthiş değil mi?" diye sordu Toraman.
"Evet," dedi Sırım. "Ama buradaki leke ne öyle?"
"Leke değil o, aptal! Kenetlenen iki el."
"Ya öteki leke? O da mı kenetlenen iki el?" dedim.
"Yok canım," dedi Toraman. "Neden dört tane el olsun? Öteki gerçek bir leke. Onu saymayın."
"TPTSGLDD ne demek?" diye sordu Gümüş.
"Adlarımızın baş harfleri yahu," dedi Toraman.
"Ya renkler ne öyle? Neden mavi beyaz ve sarı koydun?"
"Kırmızı kalemim yok da ondan" diye açıkladı Toraman. "Sarıyı kırmızı yerine kullandım."
"Altın olsa daha iyi olurdu." dedi Gümüş.
"Çevresine de defne yaprakları koymak gerek," dedi Lüplüp.
O zaman Toraman çok kızdı. Gerçek arkadaşları olmadığımızı, eğer hoşumuza gitmiyorsa avucumuzu yalamamızı, rozet mozet kullanmayacağımızı, boşuna canını dişine takıp derste bizim için uğraştığını söyledi. Ne yani yalan mı, iyi valla.
Ama biz rozetin çok kıyak olduğunu, takımımızdaki çocukları seçebilmek için rozet takma işini çok tuttuğumuzu söyledik.
Rozeti her zaman, büyüdüğümüzde bile takmaya karar verdik. Böylece herkes "Öç Alanların Takımı"ndan olduğumuzu anlayacaktı.
Toraman bütün rozetleri evinde yapacağını, onları yakalarımıza takmak için ertesi sabah hepimizin toplu iğnelerle gelmemizi söyledi.
"Yaşasın!" diye bağırdık.
Toraman, Lüplüp'e biraz daha defne yaprakları çizmeyi deneyeceğini söyledi. Lüplüp de ona sandviçinden bir parça salam çıkarıp verdi.
Ertesi sabah, Toraman okulun bahçesinden içeri girdiğinde hepimiz ona doğru koştuk.
"Rozetler yanında mı?" diye sorduk.
"Evet," dedi Toraman. "Canım çıktı, özellikle keserken."
Hepimize rozetini verdi, gerçekten çok güzeldiler: Mavi beyaz ve kırmızı. Kenetlenen ellerin altında da kahverengi şeyler vardı.
"Bu kahverengiler ne böyle?" diye sordu Tıngır.
"Defne yaprakları," dedi Toraman. "Yeşil kalemim yoktu."
Lüplüp bu işe çok sevindi. Hepimizin birer toplu iğnesi olduğundan rozetleri yakamıza taktık. Çok gurur duyuyorduk.
Sonra Gümüş Toraman'a baktı ve,
"Neden senin rozetin bizimkilerden büyük?" dedi.
"Şefin rozeti her zaman daha büyük olur." dedi Toraman.
"Senin şef olduğunu kim söyledi ki?" diye sordu Sırım.
"Rozet düşüncesi benden çıktı," dedi Toraman. "Şef benim. Beğenmeyen varsa burnunu dağıtabilirim."
"Ne münasebet efendim! Ne münasebet! Şef benim," dedi Gümüş.
"Dalga mı geçiyorsun?" dedim.
"Ne zavallı şeylersiniz!" diye bağırdı Toraman. "Madem öyle, rozetleri geri verin."
"Bak ben rozetini ne yapıyorum!" diye bağırdı Tıngır ve rozetini yakasından çekip yere attı, üstünde tepindi ve tükürdü.
"Ben de öyle!" dedi Dırdır.
Hepimiz rozetlerimizi çıkardık, yerlere attık, üstlerinde tepindik ve yere tükürdük.
"Bu maskaralık ne zaman bitecek?" diye bağırdı Karagöz. "Ne yaptığınızı bilmiyorum ama hemen kesin gürültüyü, anlaşıldı mı?"
Karagöz gidince Toraman'a arkadaşımız olmadığını, bir daha hayat boyu kendisiyle konuşmayacağımızı ve artık takımımızdan kovulduğunu söyledik.
Toraman, bunun umurunda olmadığını, zaten bir zavallılar takımında olmak istemediğini söyledi. Ve tencere boyutundaki rozetiyle gitti.
Şimdi takımdaki çocukları seçmek çok kolay: Bizim takımdakiler, rozeti olmayan çocuklar.


"Pıtırcık'a Bir Öpücük" ten.

****
Çok seviyorum blogk. Kaç kere okudum bilmiyorum ama yüzlerce kez daha okuyabilirim.

sultanahmet simiti

bugünkü ailecek yapılan sultanahmet, sahaflar ve bit pazarı gezisinden sonra annemle ortak kanaatimiz sahaflara ve bit pazarına birer tezgah açarsak parayı kıracağımız yönünde oldu. annem ve "atamama" hastalığı sağolsun.
kendime 2 gümüş 2. el yüzük aldım bu arada. mutluyum blogk :D

ha bir de dönüşte korsan sidicime uğradım, aha da listem:
Yumurta
Dead Man Walking
In The Mood For Love
All About My Mother
Alfie
Bulutların Ötesinde
hastalıklı last.fm kullanıcıları olarak hepimiz profil sayfamızdan hangi sanatçıyı kaç kez dinlediğimize ya da hangi sanatçının listemizde ne kadar yükseldiğine ya da düştüğüne bakıyoruz. yani en azından şu an şunu okuyorsan, label'ına, başlığına veya kısalık/uzunluk gibi mantıklı post kriterlerine bağlı kalmadan manyak gibi her gevelediğim şeyi takip ediyorsan, bakıyorsundur. haha. neyse, radio dept'in pulling our weight ep'sini dinliyordum ve de bir yandan da yine last.fm profilime maksimum yarımşar saatlik aralıklarla bakıyordum. kaşla göz arası 20 kere dinlediğimi farkettim ep'yi. 5 şarkı 20 kere dönmüş. şarkı başına 4. diyorum ya kaşla göz arası hem de. başka bir grup olsaydı gecenin bu saatinde muhtemelen 2 "en" şarkısını dinler ve başka bir gruba geçiş yapardım.
radio dept. benim için böyle bir şey işte blogk. doyamıyorum. sessizlikle bir benim için, çaldığını farketmiyorum bile, bu sıradana ya da farkedilmeyene dönüşmeden oluyor hem de. güzel hissettiriyor, güzel hissettirdiğini farkettirmeden işte.

10 Aralık 2008

morning blues

nane-limon.
bir de artık adam gibi kış olsun lütfen allahım, bu ne ya bu ne. tamam anladık küresel ısınma ama halet-i ruhiyemin içine ediyor bu ilkbahar soslu sonbahardan kayık aralık havası.
kar istiyorum.

***
*
feysbuk status'üne "...is enjoying hede.." yazan insanları anlamıyorum blogk. hayır "zıkkımın kökünün tadını çıkarıyorum delicesine" diye mi konuşuyor bu insanlar normal hayatta da. enjoy ne lan, direk fiilin kendisini kullansana, normal insan olsana. üç göbekten earl müsün anlamıyorum ki.
pelin aradı demin. demin dediğim 1 saat oldu galiba. ehehea saat 2 buçuk bu arada. neyse. ilker'in askerlik durumları belli olmuş, izmir'de kısa dönem yapacakmış. sevindim :)
buraya böyle "sevgili günlük.." muamelesi yapmayacaktım, yapmayacağım da hala caymış değilim içsel gazımdan sazımdan, ama bu çok güzel bir haber, yazmak istedim.

*gerçi hala seni ifşaa edip etmeyeceğimden de emin değilim blogk. kendi kendini imha etmene izin verebilirim bir anlık bir eeheytereyle ama dur bakalım. gerçi kemal'e çıtlattım bugün çaktırmadan ifşaa etme gazına da gebeyim sanırım. neyse, demem o ki; akıllı ol blogk. ha şöyle.

İyi Saatte Olsun Şarkıları - Varan I

Kendimi farkında olmadan, halet-i ruhiyemle, günün mevcut saatiyle, mevsimle ya da mümkün herhangi bir çağrışımla uyuşmaksızın söylerken bulduğum şarkılar diye açıklayabilirim başlığı. Aşağıdakiler özellikle de bu yaz ve sonbaharda devamlı dilimin ucundaydı. Beni az çok tanıyan insanlar biliyorlar zaten 5 grubu/şarkıcıyı ne kadar çok sevdiğimi ve dinlediğimi ama şarkıların bu listede olma nedenleri kategorizasyon itibariyle bambaşka. İlk defa bu isimleri dinleyecek insanlara önerim olmayacaktır 5i de muhtemelen, neden bu kadar çok kafamda dönüp durduklarına dair pek de bir fikrim yok bu nedenle.

Varan I çünkü sonu gelebilecek bir liste değil bu blogk. Şunu yazarken bile eklemem gereken şarkılar geldi aklıma. Onları söylüyorum şimdi de :)

09 Aralık 2008

şekerpare*


*Bayram.
Şener Şen fantastik bir oyuncu be blogk. Ben de onun gibi "böaaskıın vaaar!" ve "namıssız" diyebilmek istiyorum.

Bir de tabi ki "Nah Peyker, hapı yuttun namussuz Ziver!"

08 Aralık 2008

stumbleupon

uzun zamandır bakmıyordum stumbleupon sayfama, yeni bilgisayara da bugün yükleyebildim eklentiyi ancak. ahu süper şeyler göndermiş blogk, bak bak:

wordsworth -- i wandered lonely as a cloud

bi de bu:

hamlet'in facebook profili

salak milyoner*


*Bayram.

2 gün 2 film



paul thomas anderson there will be blood'da sağolsun akıl sağlığımızı tehdit etmiş, ma-aile "çok güzelmiş yahu" nidalarıyla izlemiştik filmi. ben de bir-iki filmini daha izlemeye niyetlendiydim ve magnolia'yı da o gazla indirmiştim. beni muhteşem bi insan yapan son dönem edindiğim huylarımdan biri de bu noktada devreye girdi ve film dvd-r'da çekmece bekledi bi süre. kısmet bugüneymiş. çok iyiydi be blogk. nomero daniel day-lewis'de değilmiş sadece, anderson hakkaten nomeronun kralıymış yahu. tez diğer filmleri de edinile ve çekmecede bekletilmeye! (amin.)

my bluberry nights olmasa da olur. romantik komedi desen değil, hayır çıktığı yolculuk üzerinden kendini tanımaya çalışan ve aradığı şeye aslında sahip olduğunu farkeden karakter teması desen o da yeni bişey değil, hele norah jones'la olacak iş hiç değil. neyse. magnolia şahane, böyle uykunuz filan gelmiyorsa da my bluberry nights da izlenebilir pek tabii. jude law natalie portman filan var hem.

07 Aralık 2008

piçfork

tamam, gereksiz elitistler, snoblar, bazen yanlı da olabiliyorlar. hepsi kabul,
ama
bu adamlar beni çok güldürüyorlar.

animal collective ile ilgili en son sitede yayınladıkları haber mesela: (uzun diye üşenme blogk oku oku)


Hey, It's an Animal Collective Film Project Quasi-Update

Way the eff back in August 2006
, word was the mighty Animal Collective were "starting to film for a very special release next year." When we talked to Noah "Panda Bear" Lennox a few months later in November, he affirmed that filming for the project had begun and added that "AC will make the music for it" once director Danny Perez (who also did the "Who Could Win a Rabbit" video) was "done editing all the footage." So far, so good.

Fast forward to a Saturday afternoon at this year's Pitchfork Music Festival (also captured for Pitchfork.tv), where Dave "Avey Tare" Portner spoke of filming assorted "scenarios" inspired by art/experimental films and apparently featuring the acting talents of the AC guys. Portner also claimed "we've been coming up with music ideas" and noted the "visual record" would ultimately surface on DVD.

All caught up? Great. That brings us to a Billboard.com report today, in which Portner teases a bit more about the project in question. "This year, we got to a place where we can start doing demos and nailing all the sounds down, while we're at home," he told Billboard.com. "It's something new for all of us. It's been a work-as-we-go process." Portner again refers to the thing as a "visual record."
Still no word whatsoever on when we'll actually see the thing, but it's not like Animal Collective don't have plenty else going on in the meantime. Merriweather Post Pavilion and its trippy cover art (speaking of "visual" records...) descend in January, and AC have a short run of live dates surrounding the release.

That's all for "Animal Collective Non-News" today, folks. Tune in tomorrow for a non-update on the AC box set that's been "due to arrive soon" for approximately 55 years now. Or, hell, have it today: according to a late October post on label Catsup Plate's website, "All we can say is that it's coming."


ya da oasis'le ilgili sanırım yaklaşık 2 ay önce yayınladıkları şu haber:

Oasis Update: Noel Hospitalized, Assailant Arrested
Okay, we admit it. Upon first viewing the YouTube clipOasis set at the Virgin Festival, we LOL'd. Kind of a lot. Perhaps we even felt a smidgen of schadenfreude, too. But it would seem those reactions were a bit premature. According to a message just posted to their website, Oasis are taking the matter very seriously.

haha :D
çok gülüyorum, çünkü çok senlik-benlik bi üslup bu blogk. özellikle de şu oasis muhabbeti. eheehea.

05 Aralık 2008

Hikaye Dersi - ABD Öykücüleri Okuma Listesi

5 Aralık:
Poe
  • Kalabalıkların Adamı
  • Kuyu ve Sarkaç
  • Çalınan Mektup
Henry James
  • Brooksmith
  • Erdemin Öyküsü
Fitzgerald
  • İnce Uzun Yol
  • Şekerleme
Hemingway
  • Katiller
  • Kızılderililer Köyü
  • Kötü Hikaye
Salinger
  • Gülen Adam
  • Franny*
U. K LeGuin
  • Kadın Kocasını Anlatıyor
  • SQ
  • Omelas'ı Bırakıp Gidenler (William James'in Bir Teması Üzerine Çeşitlemeler) *
R. Carver
  • Sülün
  • Herkes Nerede?
Joyce Carol Oates
  • Hayalet Kızlar
  • Radyo Astronomu
  • Hafifletici Nedenler*
Alice Walker
  • Eyaletteki En Büyük Avukatlardan Birini Öldürüp Bu İşten Nasıl Sıyrıldım? Kolay Oldu.*
  • Günümüzden Bir Mektup Veya Bu Sado-Mazoşizm Korunmalı Mı?
*muh-te-şem-di.

04 Aralık 2008

banyodan kardeşime "bayramda ayarla da -burada yeni sezonu bul demek istiyor- heroes izleyelim." diye seslenen bir annem var.

kardeşim ise ayrı bir post konusu.

flickr'ın nimetleri



http://www.flickr.com/photos/viniciust

böyle insanların varlığından haberdar oluyorsunuz, sabah sabah gözleriniz yuvalarından fırlıyor ve de en güzeli böyle insanlar da sizin varlığınızdan haberdar oluyor.

:)


bak bak, valla bak. çok güzel ya.

bunu yazarkene : arthur russell - you and me both

02 Aralık 2008

2 aralık 15:22 tarifi


barbunya
nar çayı
3 bölüm carnivale(dizinin 3. sezonunun düşük reytingler nedeniyle çekilmediğini öğrendikten sonra gelen hayal kırıklığını önlemek için kaynayana kadar karıştırınız.)
alabildiği kadar madame bovary

akşama kadar üstü battaniyeli bi şekilde kulak memesi kıvamını alana kadar bekletiniz.
afiyet olsun.

ayrıntılar

dexter'ın 2. sezonunun pek muhterem utorrent ile yine caanım bilgisayarıma inmesine tam 3 yıl 32 hafta var.

10 gün sonra gelen büdüt: sorun port'taymış blogk. artık her şey süt liman.

01 Aralık 2008

cık

müzik dinlemekten kitap okuyamıyorum. ele geçirildim. bon iver wisconsin ellerdeki o kulübeden elimi kolumu bağladı burada. ama nasıl güzel blogk.
çarşamba'ya bi yüz sayfa filan madame bovary okumam lazım.
bu emma'lardan çektiğim nedir yearrabbiim. üf.
bi yandan da müzik arşivimi toparlamaya çalışıyorum. namümkün bi çaba farkındayım, ama bi ucundan başlamazsam 60 cigabaytlık dertlere gebe bulacağım kendimi biliyorum, gözüm seğiriyor düşündükçe. radiobutt sağolsun.
git git sen de git: http://radiobutt.blogspot.com

26 Kasım 2008

bon (h)iver

Sold my cold knot
A heavy stone
Sold my red horse for a venture home
To vanish on the bow --
Settling slow

Fit it all, fit it in the doldrums
(Or so the story goes)
Color the era
Film it's historical

My mile could not
Pump the plumb
In my arbor 'till my ardor
Trumped every inner inertia

Lump sum
All at once
Rushing from the sub-pump
(Or so the story goes)
Balance we won't know
We will see when it gets warm