biraz önce eski yazılarıma baktım da (işteyim ama işte miyim bana sor blogk) ben çok yaşlanmışım be. valla bak. zamanla o yavşak-eğlençeli-kafası-iyi tonu kaybetmiş, böyle ciddi-içi-geçik bi insana dönüşmüşüm. en azından şu entri spektrumundaki gidişat onu gösteriyo. "niye böyle oldu yaa" içerikli inceleme yazım için beklemede kalınız.
28 Aralık 2011
26 Aralık 2011
24 Aralık 2011
22 Aralık 2011
*
rüyanızda bile iş arkadaşlarınızı görüyorsanız, vay halinize. neyse ki benimki, bilinçaltım sağolsun, her zamanki gibi bol aksiyonluydu.
o. ile iş için bir yere gitmişiz ama pastane gibi bir yermiş burası ve pastane önündeki masalardan birinde oturuyoruz. her zamanki gibi ne konuşacağımızı bilemez bir haldeyiz. o. her zamanki gibi sıkıntılı & ciddi olmaya çalışıyor. bende de bitse de gitsek hali var. sonra nedense ayaklanıyoruz, elimde bir gazete var. tam o sırada rüya icabı mahalleden tanıdığım 11-12 yaşlarında tam baş belası bir velet ve arkadaşları yanımıza yaklaşıyor. bir şeyler oluyor, ne olduğunu çok hatırlamıyorum, ama koşmaya başlıyoruz o. ile. bunlar da peşimizde. ellerinde bıçak mı ne varmış. bayaa uzuuun uzuuun koşuyoruz. sonra bunlardan biri bizi bir binaya itiyor, binanın ortası çöküyor ve o. ile alt kata düşüyoruz. bu bina neyse artık, içinde bilmem kaçıncı yüzyıldan kalma buzlanmış hayvan fosilleri var. ama baya canlı görünüyorlar. çizgi filmlerde olur ya hani, eleman buz devrinden kalma bir insan bulur bir buz kalıbının içinde. kalıbı kırınca içindeki de canlanır filan.. bu da ondan hallice. bu arada balıklar, aslanlar filan hayvanlar da.
neyse, bir şekilde binadan çıkıyoruz. ben eve geliyorum, o. napıyor pek bir fikrim yok. sonra anneme anlatıyorum olanları. annem de o veletin annesini arıyor. velet inkar ediyor. bizi kovalayan o değilmiş başkasıymış, biz kaçtığımız için bizi kovalamış o her kimse gibi bir sonuç çıkıyor ortaya. şahane değil mi? kaçtığın için kovalanmak. sonra b. de bize gelmiş. beni teselli etmek için filan sanırım. çünkü olanları konuştuğumuzu, onun nedense bana fal baktığını filan hatırlıyorum. sonra bu olanlar yetmiyormuş gibi bir de deprem oluyordu üzerine. baya sağlam salladık filan. ama burasını uyurken yatakta dönüp yatağı sallarken kendi başıma başardığımı varsayıyorum çünkü o an başka bir bilinçdışı katmanındayız. hep "indiğim" doğal felaket katmanı başka bir katman :))
böyle de uyandım zaten. daha ne olsun?
16 Aralık 2011
neden şaşırıyor(um)uz?
insanın hayatında sürekli bir şeyler değişirken, (hele de gençseniz, hayatınızın alacağı şekil, akacağı yol belli değilse) duygularının, tavırlarının değişmesi, etrafındaki insanların farklılaşması beni/bizi neden bu kadar şaşırtıyor bilmiyorum. son derece doğal bir şey sonuçta bu, hiçbirimiz sadece etten kemikten ibaret değiliz; hiçbirimiz, etrafımıza gösterdiklerimizden ibaret değiliz; hiçbirimiz sadece tek bir arkadaş, dost, sevgili, oğul, kız rolünden ibaret değiliz. o zaman, üstelik de bunların farkındayken, nedir bu sancı? daha da önemlisi nedir bu devamlı bir şaşırma hali? beklenen, doğrusu bu olduğu için mi? "ben hiç şaşırmadım," demenin bizi duygusuz göstermesinden korktuğumuz için mi? size değil kendime soruyorum bunları. değişmekten, insanların değişmesinden neden bu kadar korkuyoruz, neden olayların doğal bir şekilde kendi halinde akması bizi bu kadar rahatsız ediyor bilmiyorum. umarım tüm iplerin elimizde olmadığını, sandığımız kadar önemli olmadığımızı, hatta aslına bakarsanız hiç önemli olmadığımızı bir gün öğrenir ve biraz da olsun bu anlamda huzuru yakalayabiliriz. birbirimizin sahibi değiliz nihayetinde.
12 Aralık 2011
11 Aralık 2011
09 Aralık 2011
sahipsiz ayakkabı(lar)
yaşadığım semtten midir (kocamustafapaşa) nedir bilmiyorum, ama dönem dönem sokaklarda, yol kenarlarında sahipsiz ayakkabılar görüyorum. bunlar çöpe atılmış, giyilmeyecek kadar eski ayakkabılar filan da değil üstelik. ve öylesine fırlatılmış filan da değiller genelde. mesela bir keresinde, resmen yürürken ayaktan çıkıvermiş gibi, biri önde diğeri arkada bir çift bot gördüm. sanki sahibi yürürken buhar olup uçmuş, ya da uzaylılar tarafından kaçırılmış gibi. diğerinde ise bir çift çocuk spor ayakkabısı öylesine bırakıverilmişti yolun ortasına. bu sabah da gıcır gıcır bir çift deri erkek ayakkabısını, özenli bir şekilde bir apartman önündeki doğalgaz kutusunun üzerinde gördüm.
bu vatandaşlar ayakkabı söz konusu olunca fazla mı rahat, ya da benim haberdar olmadığım ve garip bir şekilde çalışan bir ayakkabı çetesiyle mi karşı karşıyayız? cevap istiyorum :)
04 Aralık 2011
01 Aralık 2011
The Twilight Saga: Breaking Dawn - Part 1 (Kendimizden Nasıl Geçtik? :) )
uzuuun zamandır metrolarda, dolmuşlarda uyuyacak kadar uykusuz olmamıştım işe giderken blogk. hoş bi hissiyat değilmiş. sorumlusu, yukarıda fake -ama bence gerçeğinden iyi :p- posterini görebileceğin en son twilight filmi. (aslında öyle çok geç filan izlemedik filmi ama benim sabah kayık olacağım varmış, filmi suçlamam yazıya bahaneden :D ) bu sene de, her seneki geleneği bozmayıp şima, pelin, ilker (ehea) ve bendeniz gittik filme. new moon'u taksim'deki berbat rüya sinemasında izlediğimizden beri "aman iyi bi yerde izleyelim" korkusundan ipleri pelin ele alıp kanyon'dan bilet almış bize sağolsun. neyse, filme döneyim.
efendim artık hikaye malumunuz, konuşula konuşula sakız oldu, artık bu noktadan sonra kimseye spoiler olmaz varsayımıyla (hayır twilight'la hiçbir ilginiz yoksa burada ne işiniz var ayrıca? :D) her şeyi bir bir sayıp dökmekte beis görmeyeceğim bilesiniz.
efendim artık hikaye malumunuz, konuşula konuşula sakız oldu, artık bu noktadan sonra kimseye spoiler olmaz varsayımıyla (hayır twilight'la hiçbir ilginiz yoksa burada ne işiniz var ayrıca? :D) her şeyi bir bir sayıp dökmekte beis görmeyeceğim bilesiniz.
son kitabın 2 filme bölündüğünü öğrendiğimde tepkim şu iki unsur arasında gidip geldiydi: 1) ha iyi bayaa uzundu o kitap, 2) iyi de iki filme bölünecek kadar hadise yok ki o kitapta. bundan kelli, istemeden de olsa filmi biraz saat tutarak izledim. düğündü, balayının yapılacağı adaya gitmeydi vs derken bir baktım ki filmin 45 dakikası bundan ibaret. tabi bu filmlerin kitabın delisi insanlar için yapıldığı düşünüldüğünde, eminim zaten hayran kitlenin şikayet ettiği bir mesele olmamıştır bu. ancak, bana filmin kendi hızı, dinamiği açısından bu bölümler çok daha iyi editlenebilirmiş, biraz daha dinamik kazanabilirmiş gibi geldi.
balayı sahneleri, yani bella'nın edward'ı tekrar yatağa atma çabalarının olduğu sahneler, düğündeki konuşma sahneleri ile birlikte, filmin en bilinçli komik sahneleri idi kesinlikle. (düğündeki konuşmalar demişken, billy burke, kesinlikle daha fazla awkward & sarcastic rollerle karşımıza çıkmalı. adam resmen harcanıyor.) filme twilight fırtınasından habersiz ya da ilgisiz biriyle gittiyseniz, bu bölümler özellikle, o gariban vatandaşları eğlendirecektir diye umuyorum.
twilight fırtınasına ilgisiz vatandaşlar konusunu açmışken şuna da değinmekte fayda var tabi: bu filmler, özellikle de breaking dawn, kitapları okumayanlar için pek bir şey ifade eden filmler değil. (bunu derken ilk filmi meclisten dışarı tutuyorum, orada nasıl olduysa anlamlı bir anlatım tutturabilmişlerdi.) yani, kitabı okumayanları bu filmlere götürürken iki kere düşünmekte fayda var, nitekim bizim yüzümüzden (aslında pelin yüzünden) 4 senedir filmlere bizimle gelen ilker çoğu şeyi, sinemadaki insanların neye güldüğünü anlamadığını söyledi. aynı şekilde jacob'ın renesmee'ye imprint etmesi (burada içten içe baygın bir amerikan aksaanıyla how awkward was that? dediğimi hayal edin lütfen, hislerimi başka bir şey karşılamıyor) de kitaptan habersiz bünyeler için kesinlikle anlaşılabilir değil.
filmin, ya da bu franchise'ın diyelim, hikaye anlatmaktaki başarısızlığı, ortadan hallice cgi'ı, her filmde gittikçe kendinden geçen peruk durumu gibi falsolarını bir kenara koyarsak, sanırım tek başarısı, kristen stewart gibi bir oyuncu yakalamış olması. diğer filmleri bir kenara koyuyorum, bu filmde, bir oyuncunun elindeki kötü malzemeyle bile nasıl inanılabilir bir iş çıkarabileceğinin en büyük kanıtı kristen stewart. cullenlar ve wolf pack gibi en çok ekran vakti olan oyuncularla karşılaştırıldığında tek teklemeyen, tek insana kendini pembe dizi izliyormuş gibi hissettirmeyen oyuncu oydu. umarım böyle bir işle anılıyor, anılacak olması kariyerini sekteye uğratmaz ve çılgın paparazzi ilgisi yüzünden hayatını kabusa çevirmez de kendisini daha düzgün işlerde izleyebiliriz.
sanırım söyleyeceklerim bu kadar. hah, bi de, doğum sahnesini iyi kotarmışlar, o konuda tebrik ediyorum yönetmeni & senaristi!
dipnot: midpoint'in suflesi çok kisel! filmden önce yidik, allam o neydi öyle!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)