28 Aralık 2011

ağlıyorum

biraz önce eski yazılarıma baktım da (işteyim ama işte miyim bana sor blogk) ben çok yaşlanmışım be. valla bak. zamanla o yavşak-eğlençeli-kafası-iyi tonu kaybetmiş, böyle ciddi-içi-geçik bi insana dönüşmüşüm. en azından şu entri spektrumundaki gidişat onu gösteriyo. "niye böyle oldu yaa" içerikli inceleme yazım için beklemede kalınız.


26 Aralık 2011

action camus





24 Aralık 2011

bir akşam yemeği

mirjam, eugene, ben, banu. 

22 Aralık 2011

*

rüyanızda bile iş arkadaşlarınızı görüyorsanız, vay halinize. neyse ki benimki, bilinçaltım sağolsun, her zamanki gibi bol aksiyonluydu. 
o. ile iş için bir yere gitmişiz ama pastane gibi bir yermiş burası ve pastane önündeki masalardan birinde oturuyoruz. her zamanki gibi ne konuşacağımızı bilemez bir haldeyiz. o. her zamanki gibi sıkıntılı & ciddi olmaya çalışıyor. bende de bitse de gitsek hali var. sonra nedense ayaklanıyoruz, elimde bir gazete var. tam o sırada rüya icabı mahalleden tanıdığım 11-12 yaşlarında tam baş belası bir velet ve arkadaşları yanımıza yaklaşıyor. bir şeyler oluyor, ne olduğunu çok hatırlamıyorum, ama koşmaya başlıyoruz o. ile. bunlar da peşimizde. ellerinde bıçak mı ne varmış. bayaa uzuuun uzuuun koşuyoruz. sonra bunlardan biri bizi bir binaya itiyor, binanın ortası çöküyor ve o. ile alt kata düşüyoruz. bu bina neyse artık, içinde bilmem kaçıncı yüzyıldan kalma buzlanmış hayvan fosilleri var. ama baya canlı görünüyorlar. çizgi filmlerde olur ya hani, eleman buz devrinden kalma bir insan bulur bir buz kalıbının içinde. kalıbı kırınca içindeki de canlanır filan.. bu da ondan hallice. bu arada balıklar, aslanlar filan hayvanlar da. 
neyse, bir şekilde binadan çıkıyoruz. ben eve geliyorum, o. napıyor pek bir fikrim yok. sonra anneme anlatıyorum olanları. annem de o veletin annesini arıyor. velet inkar ediyor. bizi kovalayan o değilmiş başkasıymış, biz kaçtığımız için bizi kovalamış o her kimse gibi bir sonuç çıkıyor ortaya. şahane değil mi? kaçtığın için kovalanmak. sonra b. de bize gelmiş. beni teselli etmek için filan sanırım. çünkü olanları konuştuğumuzu, onun nedense bana fal baktığını filan hatırlıyorum. sonra bu olanlar yetmiyormuş gibi bir de deprem oluyordu üzerine. baya sağlam salladık filan. ama burasını uyurken yatakta dönüp yatağı sallarken kendi başıma başardığımı varsayıyorum çünkü o an başka bir bilinçdışı katmanındayız. hep "indiğim" doğal felaket katmanı başka bir katman :)) 
böyle de uyandım zaten. daha ne olsun?

16 Aralık 2011

neden şaşırıyor(um)uz?

insanın hayatında sürekli bir şeyler değişirken, (hele de gençseniz, hayatınızın alacağı şekil, akacağı yol belli değilse) duygularının, tavırlarının değişmesi, etrafındaki insanların farklılaşması beni/bizi neden bu kadar şaşırtıyor bilmiyorum. son derece doğal bir şey sonuçta bu, hiçbirimiz sadece etten kemikten ibaret değiliz; hiçbirimiz, etrafımıza gösterdiklerimizden ibaret değiliz; hiçbirimiz sadece tek bir arkadaş, dost, sevgili, oğul, kız rolünden ibaret değiliz. o zaman, üstelik de bunların farkındayken, nedir bu sancı? daha da önemlisi nedir bu devamlı bir şaşırma hali? beklenen, doğrusu bu olduğu için mi? "ben hiç şaşırmadım," demenin bizi duygusuz göstermesinden korktuğumuz için mi? size değil kendime soruyorum bunları. değişmekten, insanların değişmesinden neden bu kadar korkuyoruz, neden olayların doğal bir şekilde kendi halinde akması bizi bu kadar rahatsız ediyor bilmiyorum. umarım tüm iplerin elimizde olmadığını, sandığımız kadar önemli olmadığımızı, hatta aslına bakarsanız hiç önemli olmadığımızı bir gün öğrenir ve biraz da olsun bu anlamda huzuru yakalayabiliriz. birbirimizin sahibi değiliz nihayetinde.

12 Aralık 2011

Henri de Toulouse-Lautrec












11 Aralık 2011

kinder süpriz

09 Aralık 2011

sahipsiz ayakkabı(lar)

yaşadığım semtten midir (kocamustafapaşa) nedir bilmiyorum, ama dönem dönem sokaklarda, yol kenarlarında sahipsiz ayakkabılar görüyorum. bunlar çöpe atılmış, giyilmeyecek kadar eski ayakkabılar filan da değil üstelik. ve öylesine fırlatılmış filan da değiller genelde. mesela bir keresinde, resmen yürürken ayaktan çıkıvermiş gibi, biri önde diğeri arkada bir çift bot gördüm. sanki sahibi yürürken buhar olup uçmuş, ya da uzaylılar tarafından kaçırılmış gibi. diğerinde ise bir çift çocuk spor ayakkabısı öylesine bırakıverilmişti yolun ortasına. bu sabah da gıcır gıcır bir çift deri erkek ayakkabısını, özenli bir şekilde bir apartman önündeki doğalgaz kutusunun üzerinde gördüm. 
bu vatandaşlar ayakkabı söz konusu olunca fazla mı rahat, ya da benim haberdar olmadığım ve garip bir şekilde çalışan bir ayakkabı çetesiyle mi karşı karşıyayız? cevap istiyorum :)

04 Aralık 2011

Her Şey Aydınlandı

Ben biraz da buradayım blogk: http://herseyaydinlandi.blogspot.com/ 
Beklerim! 

01 Aralık 2011

The Twilight Saga: Breaking Dawn - Part 1 (Kendimizden Nasıl Geçtik? :) )


uzuuun zamandır metrolarda, dolmuşlarda uyuyacak kadar uykusuz olmamıştım işe giderken blogk. hoş bi hissiyat değilmiş. sorumlusu, yukarıda fake -ama bence gerçeğinden iyi :p- posterini görebileceğin en son twilight filmi. (aslında öyle çok geç filan izlemedik filmi ama benim sabah kayık olacağım varmış, filmi suçlamam yazıya bahaneden :D ) bu sene de, her seneki geleneği bozmayıp şima, pelin, ilker (ehea) ve bendeniz gittik filme. new moon'u taksim'deki berbat rüya sinemasında izlediğimizden beri "aman iyi bi yerde izleyelim" korkusundan ipleri pelin ele alıp kanyon'dan bilet almış bize sağolsun. neyse, filme döneyim.
efendim artık hikaye malumunuz, konuşula konuşula sakız oldu, artık bu noktadan sonra kimseye spoiler olmaz varsayımıyla (hayır twilight'la hiçbir ilginiz yoksa burada ne işiniz var ayrıca? :D) her şeyi bir bir sayıp dökmekte beis görmeyeceğim bilesiniz. 
son kitabın 2 filme bölündüğünü öğrendiğimde tepkim şu iki unsur arasında gidip geldiydi: 1) ha iyi bayaa uzundu o kitap, 2) iyi de iki filme bölünecek kadar hadise yok ki o kitapta. bundan kelli, istemeden de olsa filmi biraz saat tutarak izledim. düğündü, balayının yapılacağı adaya gitmeydi vs derken bir baktım ki filmin 45 dakikası bundan ibaret. tabi bu filmlerin kitabın delisi insanlar için yapıldığı düşünüldüğünde, eminim zaten hayran kitlenin şikayet ettiği bir mesele olmamıştır bu. ancak, bana filmin kendi hızı, dinamiği açısından bu bölümler çok daha iyi editlenebilirmiş, biraz daha dinamik kazanabilirmiş gibi geldi. 
balayı sahneleri, yani bella'nın edward'ı tekrar yatağa atma çabalarının olduğu sahneler, düğündeki konuşma sahneleri ile birlikte, filmin en bilinçli komik sahneleri idi kesinlikle. (düğündeki konuşmalar demişken, billy burke, kesinlikle daha fazla awkward & sarcastic rollerle karşımıza çıkmalı. adam resmen harcanıyor.) filme twilight fırtınasından habersiz ya da ilgisiz biriyle gittiyseniz, bu bölümler özellikle, o gariban vatandaşları eğlendirecektir diye umuyorum. 
twilight fırtınasına ilgisiz vatandaşlar konusunu açmışken şuna da değinmekte fayda var tabi: bu filmler, özellikle de breaking dawn, kitapları okumayanlar için pek bir şey ifade eden filmler değil. (bunu derken ilk filmi meclisten dışarı tutuyorum, orada nasıl olduysa anlamlı bir anlatım tutturabilmişlerdi.) yani, kitabı okumayanları bu filmlere götürürken iki kere düşünmekte fayda var, nitekim bizim yüzümüzden (aslında pelin yüzünden) 4 senedir filmlere bizimle gelen ilker çoğu şeyi, sinemadaki insanların neye güldüğünü anlamadığını söyledi. aynı şekilde jacob'ın renesmee'ye imprint etmesi (burada içten içe baygın bir amerikan aksaanıyla how awkward was that? dediğimi hayal edin lütfen, hislerimi başka bir şey karşılamıyor) de kitaptan habersiz bünyeler için kesinlikle anlaşılabilir değil. 
filmin, ya da bu franchise'ın diyelim, hikaye anlatmaktaki başarısızlığı, ortadan hallice cgi'ı, her filmde gittikçe kendinden geçen peruk durumu gibi falsolarını bir kenara koyarsak, sanırım tek başarısı, kristen stewart gibi bir oyuncu yakalamış olması. diğer filmleri bir kenara koyuyorum, bu filmde, bir oyuncunun elindeki kötü malzemeyle bile nasıl inanılabilir bir iş çıkarabileceğinin en büyük kanıtı kristen stewart. cullenlar ve wolf pack gibi en çok ekran vakti olan oyuncularla karşılaştırıldığında tek teklemeyen, tek insana kendini pembe dizi izliyormuş gibi hissettirmeyen oyuncu oydu. umarım böyle bir işle anılıyor, anılacak olması kariyerini sekteye uğratmaz ve çılgın paparazzi ilgisi yüzünden hayatını kabusa çevirmez de kendisini daha düzgün işlerde izleyebiliriz. 
sanırım söyleyeceklerim bu kadar. hah, bi de, doğum sahnesini iyi kotarmışlar, o konuda tebrik ediyorum yönetmeni & senaristi!

dipnot: midpoint'in suflesi çok kisel! filmden önce yidik, allam o neydi öyle!

29 Kasım 2011

hipster potter

Hipster Potter and the Philosophers Stoned
Hipster Potter and the Chamber of Underground Music
Hipster Potter and the Prisoner of Upper-Middle Class White America
Hipster Potter and the Goblet of PBR
Hipster Potter and the Order of the Flannel
Hipster Potter and the Half-Snorted Line
Hipster Potter and the You’ve Probably Never Heard of It


*ne yazık ki benim marifetim değil. yapanı tebrik ediyorum. 

melankoli-k

rüyamda gördüm bunu. daha doğrusu, daha önce de rüyalarıma çok konu olmuş, tesadüfen filmin de konusu olan, aynı senaryoydu gördüğüm. o yüzden filmden etkilendim de mi gördüm, yoksa göreceğim vardı da filmi izledikten sonraya mı denk geldim bilmiyorum. spoiler olmasın izleyeceklere diye ayrıntıya girmeyeyim ama cassandra-hizmetçiler-çaresizlik birleşimi bir sebepten bilinçaltıma fena dokunuyor. çözemiyorum. 

26 Kasım 2011

itiraf.com

geçen gün fark ettim ki ben bu adamları beyeniyorum blogk. şaka filan değil. 


drake. (ne desem boş.)


ed westwick. (o çapsız yürüyüşünü bile beğeniyorum hem de. ??!)

hiç tipim de değiller üstelik. (tipimi çok iyi bilen şimağya burada selam çakmazsam olmaz.) friends'in bir bölümünde -spoiler- rachel hamileyken kel, kıllı ve göbekli erkekleri çekici bulmaya başlıyordu ya hani, bu da ondan hallice bir durum resmen. yareppim. 

30 Ekim 2011

Bir Fotoğrafçının Serüveni

Baharla birlikte, pazar günleri yüz binlerce kentli omuzlarına asılı kutularla evlerinden çıkarlar. Fotoğraf çekerler. Çantaları dolu avcılar gibi mutlu döner, günlerini fotoğraflarının banyo edilmesini beklemenin tatlı heyecanı içinde geçirirler (bazıları buna, aile bireylerinin girmesi yasak, yakıcı asit kokulu karanlık odalarda simyasal işlemlerin ince keyfini de eklerler), ancak fotoğraflar gözlerinin önüne gelince geçirdikleri günü elle tutulur bir biçimde yaşamış olurlar, ancak o zaman, o dağ çavlanı, kovalı çocuğun o adımı, karısının bacakları üstündeki o güneş yansıması, yaşanmışın, artık kuşku duyulamayacak olanın geri alınamazlığına bürünürler. Gerisi anıların güvenilmez gölgesinde boğulur. Fotoğrafçı olmayan Antonino Paraggi, dostları, iş arkadaşlarıyla birlikte olduğunda, artan bir yalnızlığa gömülüyordu. Her hafta, bir diyaframın duyarlığını övenlerin ya da din sayısını tartışanların konuşmalarına, daha düne kadar, böylesine az ilgi çekici, böylesine yenilikten yoksun bir etkinliği alaya alışını paylaştığından kuşku duymadığı birinin sesinin de katıldığını keşfediyordu.
Antonino Paraggi'nin işi, üretici bir işletmenin dağıtım bölümünde yöneticilikti, ama asıl tutkusu arkadaşlarıyla birlikte irili ufaklı olayları yorumlamak, özel düğümleri çözerek genel sonuçlara ulaşmaktı; kısacası, zihinsel yatkınlık açısından, bir düşünürdü, deneyimlerinin çok ötelerinde kalan olayları bile kendine açıklayabilmek için kılı kırk yarardı. Şu ara, fotoğrafçı insanın özündeki bir şeyi, yeni yandaşların objektif amatörlerinin bayrağı altında toplanmalarını sağlayan gizli çağrıyı kavrayamadığını hissediyordu, bir bölümü teknik ve sanatsal becerilerindeki gelişmeyle övünüyor, bir bölümü ise tersine bütün ustalığı satın aldıkları makinenin iyi olmasına bağlıyordu, (dediklerine göre) makine hep başyapıtlar çekiyordu, beceriksiz ellerde bile (kendi elleri de böyleydi, çünkü gurur mekanik düzeneklerin erdemlerini övmeye başlayınca, öznel yetenek küçültücü oranlara inmeyi kabulleniyordu). Antonino Paraggi, iki doyum nedeninin de kesin olmadığını anlıyordu: giz başka yerdeydi.
Fotoğrafçılıkta – kendini bir şeyden dışlanmış sayan biri gibi – bir hoşnutsuzluk nedeni aramasının, biraz da kendisini arkadaşlarından ayıran bir başka ve daha belirgin bir süreci dikkate almaktan kaçınmak için, Antonino'nun kendisiyle oynadığı bir oyun olduğunu söylemek gerekir. Olay, yaşıtlarının birer birer evlenip ev bark sahibi olmaları, Antonino'nun ise bekâr kalmasıydı. Bu iki olgu arasında da kuşku götürmeyen bir bağlantı vardı, çünkü çoğu kez objektif tutkusu, babalığın ikincil bir sonucu olarak doğal, neredeyse fizyolojik bir biçimde doğuyordu. Dünyaya bir çocuk getiren ana babaların ilk güdülerinden biri, çocuğun fotoğrafını çekmek oluyordu; büyümenin sürati nedeniyle sık sık fotoğraf çekmek gerekiyordu, çünkü hiçbir şey, çok geçmeden silinip yerini sekiz aylığa, sonra da bir yıllığa bırakacak olan, altı aylık bir çocuk gibi unutulmaya, anımsanmamaya elverişli değildi ve üç yaşındaki bir çocuğun ana babasının gözünde erişmiş olabileceği yetkinlik, yerini dört yaşın yeni yetkinliğinin alarak, onu yok etmesine engel değildi, fotoğraf albümü her biri kendi benzersiz kusursuzluğuna yönelik bütün bu geçici yetkinliklerin kurtuldukları yan yana geldikleri yer gibi oluyordu. Yeni ana babaların çocuklarını siyah-beyazın ya da renkli-diyapozitifin devinimsizliğine indirgemek için, bakaçtan çerçeveleme tutkusunda, fotoğrafçı da, çocuk sahibi de olmayan Antonino, her şeyden önce, bu kara kutuda kuluçkaya yatmış çılgınlığa doğru koşuşun bir evresini görüyordu. Ama resimlik-aile-çılgınlık bağlantısı konusundaki düşünceleri aceleci ve suskundu: öyle olmasa, aslında en büyük tehlike ile kendisinin, bekâr kalanın karşı karşıya olduğunu anlardı.


Antonino'nun arkadaş çevresinde hafta sonlarını bir arada kent dışında geçirme geleneği vardı, içlerinden çoğu için bu alışkanlık öğrencilik yıllarından beri sürüyordu, zamanla nişanlıları, sonra gelinleri, çocukları, dahası sütanneleri, dadıları, kimi kez de kaynanaları, kayınbabaları ve iki tarafın yeni arkadaşlarını kapsamıştı. Ama katılmaların, alışkanlıkların akışında hiçbir aksama olmadığına göre, Antonino yılların geçmesiyle hiçbir şeyin değişmediğini, bekâr olarak bir kendisinin kaldığı bu aileler topluluğunun, hâlâ bir zamanların delikanlılar, genç kızlar topluluğu olduğunu sanarak kandırabiliyordu kendini.
Dağ ve deniz gezilerinde, ailelerin ya da aileler arası grupların fotoğrafının çekileceği sırada, ayarı yapılmış, istenilen yöne çevrilmiş makinenin düğmesine basmak için, bir yabancının, sözgelimi oradan geçen birinin katkısına gereksinim duyulurdu. Bu durumlarda Antonino yardımını esirgemezdi; makineyi, koşup ikinci sıraya geçerek kafasını iki kafanın arasından uzatan ya da en küçüklerin yanına çömelen bir babanın ya da ananın elinden alırdı ve bütün gücünü kullanacağı parmağında yoğunlaştırarak, düğmeye bastırırdı. Önceleri kolunun gereksiz yere sertleşmesi bakacın yön değiştirerek teknelerin direklerinin, çan kulelerinin oklarının resme girmesine ya da dedelerin, amcaların kafalarının resmin dışında kalmasına yol açıyordu. Bilerek böyle yapmakla suçlandı, bu çirkin şaka nedeniyle eleştirildi. Doğru değildi oysa: amacı parmağını ortak istemin uysal bir aracı kılmaktı, ama aynı zamanda geçici ayrıcalıklı konumundan yararlanarak, fotoğraf çekenlerle fotoğrafı çekilenleri eylemlerinin anlamı konusunda uyarmaktı. Parmağının ucu, kimliginin ve kişiliğinin geri kalan bölümünden kopmak için gerekli koşula ulaşır ulaşmaz, artık toplu sahneleri çerçevelemeyi de başararak, kuramlarını gerekçeli konuşmalarla iletme özgürlüğüne kavuştu. (Raslantıya bağlı kimi başarılar, bakaçlarla, ışıkölçerlerle içli dışlı, senli benli olmasına yetmişti).
- ...Bir kez başladıktan sonra -diye ders veriyordu- durmanız için bir neden kalmaz artık. Bize güzel geldiği için fotoğrafı çekilen gerçeklikle, fotoğrafı çekildiği için bize güzel gelen gerçeklik arasındaki adım çok kısadır. Pierluca'nın kumda kale yaparken fotoğrafını çekerseniz, kale yıkıldığı için ağlarken, sonra da dadısı kumlarda bir deniz kabuklusunun kabuğunu bulup onu oyalamaya çalışırken fotoğrafını çekmemeniz için bir neden kalmaz. “A ne güzel, hemen fotoğrafını çekmeli bunun!" gibilerden bir şey demeye başlamanız, fotoğrafı çekilmeyen her şeyin yitip gittiğini düşünenlerle aynı çizgiye getiriverir sizi, fotoğrafı çekilmeyen sanki hiç var olmamıştır, bu nedenle gerçekten yaşamak için elden geldiğince çok fotoğraf çekmek gerekir, elden geldiğinca çok fotoğraf çekilebilmek için de: ya elden geldiğince çok fotoğraf çekilebilir bir dünyada yaşamak ya da kendi yaşamının her anının fotoğrafının çekilebilir olduğunu kabul etmek gerekir. İlk yol aptallığa, ikincisi ise deliliğe varır.
-Aptal da sensin, deli de sensin, üstelik kafa ütülüyorsun, diyorlardı arkadaşları.
-Gözlerinin önünde olup bitenleri kimin için derliyorsunuz, -diye açıklıyordu Antonino, artık kimse kendisini dinlemese de- tutarlı davranmanın tek yolu, sabah gözlerimizi açtıktan, akşam uyuyuncaya kadar, hiç değilse dakikada bir fotoğraf çekmekten geçer. Ancak böylelikle, etkilenen film makaraları, hiçbir şeyi dışarıda bırakmadan günlerimizin sadık bir güncesi olabilirler. Fotoğraf çekmeye başlayacak olsam, aklımı oynatmak pahasına da olsa, sonuna kadar bu yolda yürürüm. Siz ise hâlâ seçim yapmaktan söz ediyorsunuz. Hangi seçim? Doğayla, toplumla, ana babalarla sevgi, övgü, avuntu, barış doğrultusunda bir seçim. Sizinki yalnızca bir fotoğraf seçimi değil, dramatik çelişkileri, uzlaşmazlıkların düğümlerini, istemleri, tutkuları, karşıtlıkları, iğrençlikleri dışlamanıza yol açan bir yaşam seçimi. Bu yoldan çılgınlıktan kurtulabileceğini sanıyorsunuz, ama sıradanlaşıyor, aptallaşıyorsunuz.


Birinin eski baldızı Bice ile, bir başkasının eski sekreteri Lydia, dalgaların arasında top oynarken enstantane bir fotoğraflarını çekmesini istediler. Kabul etti, ama bu arada enstantaneye karşı bir kuram geliştirmiş olduğu için, iki arkadaşa, hemen bunu aktardı.
-Günün devingen sürekliliğinden, bir saniye kalınlığında bu zaman dilimini ayırmaya sizi iten ne, kızlar? Birbirinize topu atarken şimdiki zamanda yaşıyorsunuz, ama davranışlarınızın arasıra fotoğrafların belirlemeleri sızınca, sizi devindiren artık oyun keyfi değil, ileride kendinizi görebilme, yirmi yıl sonra sararmış (yeni saptama yöntemleri fotoğrafların bozulmadan kalmalarını sağlasalar da, duygusal olarak sararmış) bir kartonun üstünde kendinizi yeniden bulma keyfi oluyor. Yaşanandan derlenen doğal enstantane fotoğraf kendiliğindenliği öldürüyor, şimdiki zamanı uzaklaştırıyor. Fotoğrafı çekilen gerçeklik hemen nostaljik bir nitelik alıyor, zamanın kanadında uçup gitmiş bir sevinç, bir gün öncenin fotoğrafı bile olsa bir anma niteliği kazanıyor. Fotoğrafını çekmek için yaşadığınız yaşam da, başlangıçta kendi kendini anma töreni. Enstantaneyi poz verilmiş bir portreden daha gerçek saymak önyargı...
Bunları dedikten sonra Antonino, oyunun devinimlerini odaklamak, ışığın suyun üstüne vuran parıltılı yansımalarını çerçeveIemenin dışında bırakmak için, denizde iki kız arkadaşın çevresinde seke seke dönmeye başladı. Topu ele geçirmek için, suya batmış olan arkadaşının üstüne doğru atlayan Bice'yi, kıçı yakın planda yakaladı. Antonino bu kısa anı kaçırmamak için, makineyi havada tutarak: kendini sırtüstü suya atınca az kalsın boğulacaktı.
"Hepsi çok güzel, hele bu harika," diye yorumlar yaptılar birkaç gün sonra, fotoğrafları elden ele dolaştırarak. "Çok iyi çekiyorsun, başka fotoğraflarımızı da çek."
Antonino, on dokuzuncu yüzyılda olduğu gibi toplumsal konumlarını ve niteliklerini belirten duruşlarla poz vermiş insanların fotoğraflarına dönülmesi gerektiği sonucuna varmıştı. Fotoğraf karşıtı tartışması ancak kara kutunun içinde, fotoğrafı fotoğrafla çatıştırarak yürütülebilirdi.
-Şu eski, körüklü, ayaklı makinelerden istiyorum bir tane, dedi kız arkadaşlarına. Bulunabilir mi acaba hâlâ?
-Belki eskicilerde...
-Gidip bakalım.
Kız arkadaşları ilginç bir nesne peşinde koşmayı eğlenceli buldular; birlikte bitpazarlarını teftiş ettiler, yaşlı gezici fotoğrafçılarla konuştular, dökülen odalarına gittiler. Artık kullanılmayan bu malzemeler mezarlığında küçük sütunlar, paravanalar, uçuk renkli görünümlar çizilmiş diplikler, eski bir fotoğraf stüdyosunun çağrıştırdığı her şey yatıyordu, Antonino her gördüğünü satın alıyordu. En sonunda körüklü, lastik deklanşörü armut biçimli bir makine buldu. Kusursuz bir biçimde çalıştığı izlenimini uyandırıyordu. Antonino makineyi bir sürü kalıbıyla birlikte satın aldı. Kız arkadaşlarının yardımıyla, evinin bir odasına, iki yeni yansıtıcı dışında eski nesnelerden oluşan stüdyoyu yerleştirdi. Şimdi memnundu. Kız arkadaşlarına:
-Buradan yola çıkmak gerek, diye açıklama yaptı. Dedelerimizin poz veriş biçiminde, toplu çekimlerde kişilerin yerleştiriliş düzeninde, toplumsal bir anlam, bir gelenek, bir beğeni, bir kültür vardı. Bir tören, evlenme, aile ya da okul fotoğrafı her mesleğin ya da kurumun içerdiği ciddi ve önemli anlamın yanı sıra, yapay, zorlama, baskıcı, sınıflandırıcı olanı da veriyordu. Önemli nokta bu: her birimizin, içimizde taşıdığımız dünya ile ilişkileri açığa vurmak, bugün saklanmaya, bilinmez kılınmaya çalışılıyor bunlar, ortadan kalktıkları sanılıyor, çünkü oysa...
-Poz vermek isteyeni nereden bulacaksın?
-Yarın gelin, dediğim gibi fotoğraflarınızı çekeyim sizin.
-Bir bu eksikti, dedi aniden pirelenen Lydia. Ancak şimdi, stüdyo yerleştirildikten sonra buradaki her şeyin uğursuz, korkutucu bir havası olduğunu görüyordu.
-Gelip de sana modellik yapacağımızı mı sanıyorsun?
Bice de onunla birlikte sırıttı, ama ertesi gün tek başına Antonino’nun evine döndü.
Kollarının, ceplerinin yanları renkli işlemeli beyaz keten bir giysi giymişti. Bir çizgiyle ayrılmış saçları şakaklarında toplanmıştı. Başını bir yana eğerek, biraz kaçamak gülüyordu. Antonino onu buyur ederken, biraz sevimli, biraz alaycı bu haline bakarak, gerçek karakterini belirleyen çizgilerin hangileri olduğunu inceliyordu.
Onu büyük bir koltuğa oturtup başını makineyi bütünleyen kara bezin altına soktu. Arka tarafı camlı makinelerden biriydi, görüntü cama sanki filme yansır gibi hayaletimsi, sütümsü, uzamdan ve zamandan soyutlanmış olarak yansıyordu. Antonino, Bice'yi ilk kez gördüğünü sandı. Gözkapaklarının biraz ağır inişinde, boynunu öne uzatışında gizli bir şey vaat eden bir uysallık vardı, zaten gülümsemesi de gülümseme eyleminin ardına saklanıyor gibiydi.
-Tamam, böyle, olmadı, başını biraz öbür tarafa, gözlerini kaldır, hayır indir.
Antonino o kutunun içinde, Bice'nin birden kendisine çok değerli, kusursuz gelen bir şeyinin peşinde koşuyordu.
-Gölgedesin şimdi, biraz ışığa gel, yoo demin daha iyi idi.
Bice'nin çekilebilir birçok fotoğrafı ve fotoğrafı çekilemez birçok Bice vardı, onun aradığı bu ikisini de içerecek tek fotoğaftı.
"Çekmiyorum," sesi kara örtünün altından boğuk, şikayetçi geliyordu, "çekmiyorum fotoğrafını, yakalayamıyorum seni."
Örtüden sıyrılıp doğruldu. Başından beri yanlış yapmıştı. Kadının yüzünde yakalayabileceğini sandığı o anlam, o vurgu, o giz kendisini ruhsal durumların, iç dünyaların, ruhbilimin devinimli kumlarına sürükleyen bir şeydi: o da kaçan yaşamı kovalayanlar gibiydi, enstantane fotoğrafçıları gibi ele geçmezi avlamak istiyordu.
Karşıt yolu izlemesi gerekiyordu: alışılmış, basmakalıp görünüşten, yüz ifadesinden kaçmayan, yüzeyde, belirgin, tekanlamlı portreye yönelmeliydi. Yüz ifadesi bir şeyden önce toplumsal, tarihsel bir ürün olduğu için 'gerçek' olduğu savındaki her görüntüden daha fazla gerçeklik içerir, yavaş yavaş açığa çıkan birçok anlam taşır kendisinde. Antonino bu salaş stüdyoyu bu amaçla kurmamış mıydı? Bice'yi inceledi. Görünüşünün dış öğelerinden yola çıkmalıydı. Bice'nin giyinme, saçlarını tarama biçiminde, o yılların beğenisinde yaygın olan, otuz yıl öncesinin modasına gönderme yapmak gibi, biraz nostaljik, biraz alaycı bir eğilim seziliyor, diye düşündü. Fotoğraf bu eğilimi vurgulamalıydı, nasıl olmuş da düşünememişti bunu?
Antonino bir tenis raketi aramaya gitti. Bice, koltuğunun altında raket, yüzünde duygusal bir kartpostal ifadesi ile ayakta duracaktı, boyunun dörtte üçü çerçeveye girecekti. Antonino'ya, kara örtünün altından Bice'nin görüntüsü -bu duruşa uygun, yatkın yönleriyle ve bu duruşa uygun olmayan, yersiz ve duruşun daha da belirgin kıldığı yönleriyle- çok ilginç geldi. Bacaklarla kolların rakete ve dipliğe göre geometrisini inceleyerek, birçok kez duruş değiştirtti. (Kafasındaki ideal kartpostalda diplikte bir tenis kortunun filesi vardı, ama Antonino bir pingpong masasıyla yetinmek zorunda kaldı.)
Ama yine de sağlıklı bir sonuca ulaştığını sanmıyordu: anıların, daha doğrusu bellekte beliren belirsiz anı yankılarının fotoğrafını çekmeye mi çalışıyordu yoksa? Pazar günü fotoğrafçıları gibi şimdiki zamanı, geleceğin anısı sayarak yaşamaktan kaçınması, onu, aynı derecede gerçek dışı bir işlemi denemeye, daha doğrusu gözlerinin önündeki şimdiki zamanın yerini alması için anıya bir vücut vermeye yöneltmiyor muydu?
-Kıpırda biraz, kazık gibi durma öyle, kaldırsana şu raketi! Tenis oynar gibi yap, diye kükredi birden. Ancak poz vereni öfkelendirerek nesnel bir yabancılaşmaya ulaşabileceğini anlamıştı, yarıda kalmış bir devinime öykünerek durağanın, yaşamayanın izlenimi verilebilirdi.
Bice dediklerini, belirsiz ve çelişkili bile olsalar uysal bir biçimde, aynı zamanda oyunun dışında kaldığını da belirten bir edilginlikle yerine getiriyordu, ama yine de kendinin olmayan bu oyuna, bir yolunu bulup gizemli bir başka oyunun beklenmedik çıkışlarını katıyordu. Bacaklarını, kollarını şöyle ya da böyle yapmasını söyleyerek, şimdi Antonino'nun Bice'den beklediği, yalnızca bir programın sıradan uygulanması değildi, istekleriyle ona yöneltmekte olduğu baskıya bir yanıttı aynı zamanda, onun üzerinde gittikçe artan bir biçimde uygulamak eğiliminde olduğu bu şiddete karşı beklenmedik, saldırgan bir yanıttı.
Tıpkı düş gibi, diye düşündü Antonino, camın dörtgenine süzülen bu olasılık dışı tenisçi kızı karanlığa gömülü olarak seyrederken: düşte belleğin derinliklerinden gelen bir varlığın ilerleyip kendini tanınır kılması, ardından hemen beklenmedik bir şeye dönüşmesi, neye dönüşebileceiği bilinmediği için, daha dönüşmeden önce bile korku vermesi gibiydi.
Düşlerin fotoğrafını mı çekmek istiyordu? Bu kuşku, elinde deklanşörün lastik armudu, bu devekuşu sığınağına saklanmış olan onu, bir budala gibi suskun kıldı, bu arada kendi başına bırakılan Bice bir tür acayip dansı sürdürüyordu, raketi havaya kaldırarak ya da o cam gözden çıkan bakışla sanki topa vurmayı sürdürüyormuş gibi yere eğerek, vole, drive, gibi abartılı tenis devinimleri yapıyordu.
-Yeter artık, bitsin bu komedi, amacım bu değildi ki... ve Antonino makineyi örtüyle kapatıp odanın içinde dolaşmaya koyuldu.
Bütün suç, tenisi, savaş öncesini çağrıştıran giysideydi ... Onun dediği gibi bir fotoğrafın gezinti giysisiyle çekilemeyeceğini kabul etmek gerekirdi. Kraliçelerin resmi fotoğraflarında olduğu gibi, biraz törensellik, biraz gösteriş istiyordu. Bice ancak, bir gece giysisi içinde bir fotoğraf nesnesi olabilirdi, giysinin boynundaki açıklık derinin beyazı ile mücevher pırıltılarını vurguladığı kumaşın karası arasında kesin bir sınır çizmeliydi; zaman dışı ve çıplaklığı içinde neredeyse kimliksiz bir kadın özüyle, bir o kadar kimliksiz bir rolün simgesi giysinin toplumsal soyutlaması arasında bir sınır çizmeliydi, tıpkı çağrışımlar uyandıran bir yontunun giysi kıvrımları gibi.
Bice'ye yaklaştı, boynundaki, göğsündeki düğmeleri çözmeye, giysiyi omuzlardan kaydırmaya koyuldu. Kartpostalın beyazında yüzün, boynun, çıplak omuzların çizgilerinin belli olduğu, geri kalan her şeyin beyazın içinde yittiği, kimi on dokuzuncu yüzyıl fotoğrafları gelmişti aklına.
Şimdi istediği zamanın ve uzamın dışındaki portre buydu: nasıl yapıldığını pek bilemiyordu, ama kararlıydı, başaracaktı. Yansıtıcıyı Bice'nin arkasına yerleştirdi, makineyi yaklaştırdı, objektifin açıklığını ayarlamak için örtünün altına girdi. Baktı. Bice çırılçıplaktı.
Giysiyi ayaklarına kadar indirmişti, içinde hiçbir şey yoktu, bir adım öne gelmişti, yoo, bir adım geri gitmişti, ama çerçevede olduğu gibi öne gelmiş gibiydi; dimdik, ayakta duruyordu makinenin karşısında, sakin, önüne bakarak, sanki yalnızmış gibi.
Antonino onun bakışlarının gözlerinin içine girdiğini, bütün görüş alanını kapladığını, sıradan ve parçalı görüntüler akımından kurtardığını, zamanı ve uzamı bütünlenmiş bir biçimde yoğunlaştırdığını duyumsadı. Ve gözünün bu şaşkınlığı ile kalıbın etkilenmesi, aralarında bağlantılı iki tepki imiş gibi, hemen deklanşöre bastı, makineyi yeniden kurdu, deklanşöre bastı, bir başka kalıp taktı, deklanşöre bastı, kalıp değiştirmeyi, deklanşöre basmayı sürdürürken, örtüden bunalmış olarak mırıldandı:
-Şimdi oluyor çok iyi, bir daha, çok iyi, bir daha çekiyorum.
Kalıp kalmamıştı. Örtünün altından çıktı. Sevinçliydi. Bice karşısında, bekler gibi, çırılçıplaktı.
-Artık giyinebilirsin, çıkıyoruz, dedi o, mutlu ama aceleci.
Kız, şaşkın ona baktı.
-Çektim artık seni, dedi o.
Bice hüngür hüngür ağlamaya başladı.
Antonino o gün kıza tutulduğunu anladı. Birlikte yaşamaya başladılar, o en yeni makineler, teleobjektiller, gelişmiş gereçler satın aldı, bir laboratuvar kurdu. Gece uyurken de Bice'nin fotoğrafını çekebilecek düzeneğe sahipti. Bice patlayan flaşa şaşırıp uyanıyordu; Antonino onun uykuda debelenirken, kendisiyle kavga ederken, yüzünü yastığa gömüp yeniden uyumaya çalışır, ama başaramazken, barışırken, bu fotoğraf şiddetinde bir sevgi eylemi görürken, habersiz fotoğraflarını çekmeyi sürdürüyordu. Antonino'nun filmler, prova baskıları asılı laboratuvarında bütün fotoğraflarda Bice yer alıyordu, tıpkı bir kovanda, hepsi aynı an olan binlerce arının yer alması gibi: her duruşunda davranışları öne çıkan Bice, poz vermiş ya da haberi olmadan çekilmiş Bice, toz gibi öğütülmüş görüntülerden bir kimlik.
"Bu Bice tutkusu da ne? Başka fotoğraf çekemez misin?" Arkadaşlarının, bu arada Bice'nin sürekli olarak sordukları soruydu.
-Söz konusu oları Bice değil, diye karşılık veriyordu. Yöntem sorunu. Fotoğrafını çekmeye karar verdiğin herhangi bir insanın ya da herhangi nesnenin sürekli fotoğrafını çekeceksin, yalnızca onun, günün ve gecenin bütün saatlerinde. Fotoğraf ancak, olabilir bütün görüntüleri tükettiğinde bir anlam kazanır.
Ama asıl yüreğinde yatanı söylemiyordu: Bice'nin sokakta, kendisi tarafından görüldüğünü bilmeden fotoğraflarını çekmek, onu gizlenmiş objektiflerin saldırısına uğratmak, yalnız kendini göstermeden değil, onu da görmeden fotoğraflarını çekmek, kendi gözleri, herhangi bir göz yokken nasıl olduğunu yakalamak istiyordu. İstediği belirli bir şey ortaya çıkartmak değildi, sözcüğün yaygın anlamında kıskanç değildi. Görünmeyen bir Bice'ye, kesinkes yalnız bir Bice'ye, varlığı kendisinin ve bütün başkalarının yokluğunu gerektiren bir Bice'ye sahip olmak istiyordu.
Adına kıskançlık dense de, denmese de dayanılması zor bir tutkuydu. Çok geçmeden Bice ayrıldı ondan.
Antonino ruhsal çöküntüye uğradı. Günlük tutmaya başladı: Fotoğraflarla elbette. Eve kapandı, makinesi boynuna asılı, bir koltuğa gömülü, bakışları boşlukta, önüne geçilmez bir biçimde fotoğraf çekmeye koyuldu. Bice'nin yokluğunu çekiyordu.
Fotoğrafları bir albümde topluyordu: izmarit dolu kül tabakları, dağınık bir yatak, duvarda bir ıslak leke görülüyordu fotoğraflarda. Yeryüzünde fotoğrafa elverişsiz, yalnız makineler değil, insanlar tarafından da görsel alanın dışında bırakılmış ne varsa, bunların kataloğunu yapmak fikri geldi aklına. Her konu üzerinde, dolu makaralar tüketerek ışığın ve gölgelerin değişikliklerini izleyebilmek için saatlerce, ara vererek günlerce çalışıyordu. Bir gün odanın bomboş, yalnızca kalorifer borusu geçen bir köşesinde karar kıldı, bu noktanın, ömrünün sonuna kadar yalnızca buranın fotoğrafını çekmek eğilimine kapıldı.
Apartman kendi haline terk edilmişti, buruşturulmuş kağıtlar, eski gazeteler yerde sürünüyorlardı, onların fotoğrafını çekiyordu. Gazetelerdeki fotoğrafların da fotoğrafları çekiliyordu, kendi objektifiyle uzaklardaki gazete fotoğrafçılarının objektifleri arasında dolaylı bir bağ oluşuyordu. Bu kara lekeleri oluşturmak için, başka objektiflerin mercekleri polis saldırılarının, kömür kesmiş otomobillerin, koşan atletlerin, bakanların, sanıkların üstüne çevrilmişlerdi.
Antonino şimdi bir telefoto mozayiğinin çerçevelediği ev nesnelerinde, beyaz kağıtlar üzerinde sert mürekkep lekeleri yakalayarak özel bir tat alıyordu. Devinimsizliği içinde, kitlelerin devinimleri, dökülen kanlar gözyaşları, eğlenceler, suçlar, moda gösterileri, resmi törenlerin yapaylıkları peşinde koşan gazete fotoğrafçısına imrendiğini fark ederek şaşırdı, gazete fotoğrafçısı toplumun uç noktaIarını, en varsılların olduğu gibi en yoksulların, her zaman her yerde ortaya çıkan olağanüstü anlarını belgeliyordu.
"Yalnızca olağanüstülük konumunun mu bir anlamı olduğunu gösteriyor bu?" diye kendi kendine soruyordu Antonino. "Gazete fotoğrafçısı pazar fotoğrafçısının tam karşıtı mıydı? Dünyaları birbirlerini dışlıyorlar mıydı? Yoksa biri öbürüne bir anlam mı veriyordu?" Böyle düşünürken tutkulu aylar boyunca birikmiş olan Bice'li ya da Bice'siz fotoğrafları parça parça etmeye, duvarlara asılı prova baskılarını yırtmaya, negatiflerin selüloidini kesmeye, diyapozitifleri delmeye başladı, bu yöntemli yıkımın artıklarını ise yere serili gazetelerin üstüne yığıyordu.
"Belki de tam, gerçek fotoğraf, kıyımlara ve taç giymelere yer veren buruşturulmuş bir diplik önündeki, parçalanmış özel görüntüler yığınıdır," diye düşündü.
Gazetelerin kenarlarını kıvırarak kocaman bir paket yaptı, çöpe atmadan önce fotoğrafını çekmek istedi. Kenarları, paketin içinde rastlantı sonucu yan yana gelmiş ayn gazetelerin fotoğraflarını iki yarısı iyice görülecek biçimde düzenledi. Dahası, paketi biraz açarak, yırtılmış bir agrandismanın parlak kağıdının ucunun görülmesini sağladı. Bir yansıtıcıyı yaktı, fotoğrafta, yarı sarılmış ve yırtılmış görüntüler belli olsun, aynı zamanda rastgele mürekkep gölgelerinden gerçek dışılıkları anlam yüklü somut nesne nitelikleri, kendilerini dışlamak isteyen dikkate yapıştıkları güç, belli olsun istiyordu.
Bütün bunları bir fotoğrafa sığdırabilmek için olağanüstü bir teknik ustalığa erişmek gerekiyordu, ancak o zaman Antonino fotoğraf çekmeye son verebilirdi. Bütün olanaklar tükenip çember kendi üstüne kapandığı sırada, Antonino fotoğraf çekmenin kendisine kalan tek yol olduğunu, daha o zamana kadar belli belirsiz bir biçimde aramış olduğu yol olduğunu anladı.
Italo Calvino, Zor Sevdalar

26 Ağustos 2011

Against Still Life

Orange in the middle of a table:

It isn't enough
to walk around it
at a distance, saying
it's an orange:
nothing to do
with us, nothing
else: leave it alone

I want to pick it up
in my hand
I want to peel the
skin off; I want
more to be said to me
than just Orange:
want to be told
everything it has to say
And you, sitting across
the table, at a distance, with
your smile contained, and like the orange
in the sun: silent:

Your silence
isn't enough for me
now, no matter with what
contentment you fold
your hands together; I want
anything you can say
in the sunlight:
stories of your various
childhoods, aimless journeyings,
your loves; your articulate
skeleton; your posturings; your lies.

These orange silences
(sunlight and hidden smile)
make me want to
wrench you into saying;
now I'd crack your skull
like a walnut, split it like a pumpkin
to make you talk, or get
a look inside

But quietly:
if I take the orange
with care enough and hold it
gently

I may find
an egg
a sun
an orange moon
perhaps a skull; center
of all energy
resting in my hand

can change it to
whatever I desire
it to be

and you, man, orange afternoon
lover, wherever
you sit across from me
(tables, trains, buses)

if I watch
quietly enough
and long enough

at last, you will say
(maybe without speaking)

(there are mountains
inside your skull
garden and chaos, ocean
and hurricane; certain
corners of rooms, portraits
of great grandmothers, curtains
of a particular shade;
your deserts; your private
dinosaurs; the first
woman)

all I need to know
tell me
everything
just as it was
from the beginning. 

Margaret Atwood

22 Haziran 2011

someway, it's part of me, apart from me

?!

The following are 12 things that the mainstream media is being strangely quiet about right now….

#1 The crisis at the Fort Calhoun nuclear facility in Nebraska has received almost no attention in the national mainstream media.

#2 Most Americans are aware that the U.S. is involved in wars in Iraq, Afghanistan and Libya. However, the truth is that the U.S. military is also regularly bombing Yemen and parts of Pakistan. If you count the countries where the U.S. has special forces and/or covert operatives on the ground, the U.S. is probably “active” in more countries in the Middle East than it is not. Now there are even persistent rumors that U.S. ground units are being prepared to go into Libya. Are we watching the early stages of World War 3 unfold before our eyes in slow motion?

#3 The crisis at Fukushima continues to get worse. Arnold Gundersen, a former nuclear industry senior vice president, recently made the following statement about the Fukushima disaster….

“Fukushima is the biggest industrial catastrophe in the history of mankind”

TEPCO has finally admitted that this disaster has released more radioactive material into the environment than Chernobyl did. That makes Fukushima the worst nuclear disaster of all time, and it is far from over.

#4 Members of Congress continue to mention Christians as a threat to national security. For example, during a recent Congressional hearing U.S. Representative Sheila Jackson Lee warned that “Christian militants” might try to “bring down the country” and that such groups need to be investigated.

#5 China’s eastern province of Zhejiang has experienced that worst flooding that it has seen in 55 years. 2 million people have already been forced to leave their homes. China has already been having huge problems with their crops over the past few years and this is only going to make things worse.

#6 Thanks to the Dodd-Frank Act, over the counter trading of gold and silver is going to be illegal starting on July 15th. Or at least that is what some companies apparently now believe.

#7 All over the world, huge cracks are appearing for no discernible reason. For example, a massive crack that is approximately 3 kilometers long recent appeared in southern Peru. Also, a 500 foot long crack suddenly appeared recently in the state of Michigan. When you also throw in all of the gigantic sinkholes that have been opening all over the world, it is easy to conclude that the planet is becoming very unstable.

#8 According to U.S. Forest Service officials, the largest wildfire in Arizona state history has now covered more than 500,000 acres. But based on the coverage it is being given by the mainstream media you would think that it is a non-event.

#9 There are reports that North Korea has tested a “super EMP weapon” which would be capable of taking out most of the U.S. power grid in a single shot. The North Koreans are apparently about to conduct another nuclear test and that has some Obama administration officials very concerned.

#10 All over the United States, “active shooter drills” are being conducted in our public schools. Often, most of the students are not told that these drills are fake. Instead, students often go through hours of terror as they think a hostage situation or a shooting spree is really taking place.

#11 NASA has just launched a “major” preparedness initiative for all NASA personnel. The following is an excerpt about this plan from NASA’s own website….

A major initiative has been placed on Family/Personal Preparedness for all NASA personnel. The NASA Family/Personal Preparedness Program is designed to provide awareness, resources, and tools to the NASA Family (civil servants and contractors) to prepare for an emergency situation. The most important assets in the successful completion of NASA’s mission are our employees’ and their families. We are taking the steps to prepare our workforce, but it is your personal obligation to prepare yourself and your families for emergencies.

#12 Over the past week over 40 temporary “no fly zones” have been declared by the FAA. This is very highly unusual. Nobody seems to know exactly why this is happening.

So what do all of these things mean?

"Gossip Girl" Actor to Play Jeff Buckley

No, it's not Taylor Momsen.
 
Penn Badgley, who plays the entitled Brooklyn scenester Dan Humphrey on TV's "Gossip Girl" (he was also in 2009's absolutely awful horror film The Stepfather), has been chosen to play Jeff Buckley in a film about the late singer/songwriter, as Indiewire reports. This might be a smarter casting choice than it seems, since every time Dan Humphrey looks into Serena's (or Vanessa's, or Blair's) eyes on "Gossip Girl", I'm pretty sure he thinks he is channeling Jeff Buckley.
The film, Greetings From Tim Buckley, isn't a biopic, exactly. As Indiewire reports, the film focuses on the events surrounding Jeff Buckley's 1991 performance at the tribute concert for his father, late singer/songwriter Tim Buckley. Daniel Algrant (Naked in New York) will direct the film.


XOXO, Pitchfork Boy.

04 Haziran 2011

it feels so good to be a gangsta

canınız mı sıkılıyor, bu havada hasta olup nalları dikip yatmak zorunda mı kaldınız, sevgilinizden devamlı trip mi yiyorsunuz, yirmilik dişiniz mi ağrıyor, öss (ya da adı ne bok olduysa artık, a. milyon kere söyledi çocuk halbuse - insanın hafızası babanne olmayagörsün) stresinde misiniz, teziniz çıldırttı mı, ulen, ulen 1 gün dinlenicem, 1 gün düşünmüycem bunların hepsini, sikerler mi diyorsunuz? aha bunları izleyin bak, sahici. sırasıyla olmasa da olur. 


she's all that 
devil wears prada
forgetting sarah marshall* 
office space* 


hala iyi olmazsanız onu da başka zaman konuşuruz :p 


* bunları her halükarda izleyin. 

31 Mayıs 2011

confusion as a state of being / laf salatası

ama basite indirgeyelim: benim yükselenim (eyvah) terazi olmasın? valla bak. var öyle bi ihtimal. 
annem doğum sertifikamı kaybetmiş. daha doğrusu senede bir yaptığımız "anne benim doğum sertifikam nerede?" sorusu çıkışlı muhabbetlerin bu seneki ayağında annem geçen senelerden farklı olarak "yoo duruyor o, dur getireyim," dedi (?!!). şimdi burada şaşırılacak bir durum yok, senelerce ağustos'un 18'i olan doğum günümü bana "gece yarısı filan ben anlamam bana hala 17'siydi," diyerek 17 ağustos'ta kutlatmış bir kadından bahsediyoruz. neyse, gitti, bir doğum sertifikası getirdi ama o sertifika kardeşiminkiydi tabi ki. hayır bu kadar ölümüne benzemesek diyeceğim hala bir ihtimal karışmış olabilirim hastanede. 
bu arada amerika'da her gün bir bebek yanlış bir aileye teslim ediliyormuş hastanede. yaaa. 


ps - tabi ki her zamanki gibi bunların hiçbirini demeye gelmediydim ben ama diyeceklerimden bunlar daha absürd ve dolayısıyla daha eğlenceli geldi. ama kafam çok karışık blogk. tek bir mesele ile ilgili değil, varoluşsal kafam karışık benim. 

08 Mayıs 2011

bu cumartesi,








05 Mayıs 2011

a mock poem about a romance gone wrong

'i don't hate you, by the way,' she said.
it was unnessary, he already knew it was a joke, anyway.
she didn't, though
because all the things she said
were the after-effects
of a summer filled with downpours, wet socks, mute songs and pseudo-intellectual conversations.
but if she did, know i mean,
whom she didn't hate would turn into a flashback,
of this tedious feeling of weary attraction
that would cause all these poems
about british plantation, drunk and hopeless musings, edinburgh's magnificent but also depressing early evenings
all of which were supposed to be about her, for her, within her,
she wouldn't say she hated him, in the first place.
she knew that much.
he didn't, though.
after that it was all downfall,
she forgot it happened, and 'it' was exactly what she didn't think it was.
he didn't forget,
technology and facebook got in the way
somehow on the internet it was much easier and much more ugly
to fake disinterest
and there were always personal messages that no one would see
shame and possible rejections would be handled there, it would be OK.
then one day, after a cup of non-british tea,
she decided to end it, and end it once and for all
one film script, countless conversations with the friends, stalkings, poems' analyses were not enough.
she would do it,
do it in his way.
she would try writing a poem about it.
and when she finished her first draft,
she realized, the thing she wrote
was not about him.
it was never about anyone.
and she hadn't even begun to write it.
she hadn't begun at all.

23 Nisan 2011

Crazy Stupid Love

17 Nisan 2011

Mark Strand

The Story Of Our Lives 


1
We are reading the story of our lives
which takes place in a room.
The room looks out on a street.
There is no one there,
no sound of anything.
The tress are heavy with leaves,
the parked cars never move.
We keep turning the pages, hoping for something,
something like mercy or change,
a black line that would bind us
or keep us apart.
The way it is, it would seem
the book of our lives is empty.
The furniture in the room is never shifted,
and the rugs become darker each time
our shadows pass over them.
It is almost as if the room were the world.
We sit beside each other on the couch,
reading about the couch.
We say it is ideal.
It is ideal.


2
We are reading the story of our lives,
as though we were in it,
as though we had written it.
This comes up again and again.
In one of the chapters
I lean back and push the book aside
because the book says
it is what I am doing.
I lean back and begin to write about the book.
I write that I wish to move beyond the book.
Beyond my life into another life.
I put the pen down.
The book says: "He put the pen down
and turned and watched her reading
the part about herself falling in love."
The book is more accurate than we can imagine.
I lean back and watch you read
about the man across the street.
They built a house there,
and one day a man walked out of it.
You fell in love with him
because you knew that he would never visit you,
would never know you were waiting.
Night after night you would say
that he was like me.
I lean back and watch you grow older without me.
Sunlight falls on your silver hair.
The rugs, the furniture,
seem almost imaginary now.
"She continued to read.
She seemed to consider his absence
of no special importance,
as someone on a perfect day will consider
the weather a failure
because it did not change his mind."
You narrow your eyes.
You have the impulse to close the book
which describes my resistance:
how when I lean back I imagine
my life without you, imagine moving
into another life, another book.
It describes your dependence on desire,
how the momentary disclosures
of purpose make you afraid.
The book describes much more than it should.
It wants to divide us.


3
This morning I woke and believed
there was no more to to our lives
than the story of our lives.
When you disagreed, I pointed
to the place in the book where you disagreed.
You fell back to sleep and I began to read
those mysterious parts you used to guess at
while they were being written
and lose interest in after they became
part of the story.
In one of them cold dresses of moonlight
are draped over the chairs in a man's room.
He dreams of a woman whose dresses are lost,
who sits in a garden and waits.
She believes that love is a sacrifice.
The part describes her death
and she is never named,
which is one of the things
you could not stand about her.
A little later we learn
that the dreaming man lives
in the new house across the street.
This morning after you fell back to sleep
I began to turn the pages early in the book:
it was like dreaming of childhood,
so much seemed to vanish,
so much seemed to come to life again.
I did not know what to do.
The book said: "In those moments it was his book.
A bleak crown rested uneasily on his head.
He was the brief ruler of inner and outer discord,
anxious in his own kingdom."


4
Before you woke
I read another part that described your absence
and told how you sleep to reverse
the progress of your life.
I was touched by my own loneliness as I read,
knowing that what I feel is often the crude
and unsuccessful form of a story
that may never be told.
"He wanted to see her naked and vulnerable,
to see her in the refuse, the discarded
plots of old dreams, the costumes and masks
of unattainable states.
It was as if he were drawn
irresistably to failure."
It was hard to keep reading.
I was tired and wanted to give up.
The book seemed aware of this.
It hinted at changing the subject.
I waited for you to wake not knowing
how long I waited,
and it seemed that I was no longer reading.
I heard the wind passing
like a stream of sighs
and I heard the shiver of leaves
in the trees outside the window.
It would be in the book.
Everything would be there.
I looked at your face
and I read the eyes, the nose, the mouth . . .


5
If only there were a perfect moment in the book;
if only we could live in that moment,
we could being the book again
as if we had not written it,
as if we were not in it.
But the dark approaches
to any page are too numerous
and the escapes are too narrow.
We read through the day.
Each page turning is like a candle
moving through the mind.
Each moment is like a hopeless cause.
If only we could stop reading.
"He never wanted to read another book
and she kept staring into the street.
The cars were still there,
the deep shade of trees covered them.
The shades were drawn in the new house.
Maybe the man who lived there,
the man she loved, was reading
the story of another life.
She imagine a bare parlor,
a cold fireplace, a man sitting
writing a letter to a woman
who has sacrificed her life for love."
If there were a perfect moment in the book,
it would be the last.
The book never discusses the causes of love.
It claims confusion is a necessary good.
It never explains. It only reveals.


6
The day goes on.
We study what we remember.
We look into the mirror across the room.
We cannot bear to be alone.
The book goes on.
"They became silent and did not know how to begin
the dialogue which was necessary.
It was words that created divisions in the first place,
that created loneliness.
They waited
they would turn the pages, hoping
something would happen.
They would patch up their lives in secret:
each defeat forgiven because it could not be tested,
each pain rewarded because it was unreal.
They did nothing."


7
The book will not survive.
We are the living proof of that.
It is dark outside, in the room it is darker.
I hear your breathing.
You are asking me if I am tired,
if I want to keep reading.
Yes, I am tired.
Yes, I want to keep reading.
I say yes to everything.
You cannot hear me.
"They sat beside each other on the couch.
They were the copies, the tired phantoms
of something they had been before.
The attitudes they took were jaded.
They stared into the book
and were horrified by their innocence,
their reluctance to give up.
They sat beside each other on the couch.
They were determined to accept the truth.
Whatever it was they would accept it.
The book would have to be written
and would have to be read.
They are the book and they are
nothing else.


Keeping Things Whole 

In a field
I am the absence
of field.
This is
always the case.
Wherever I am
I am what is missing.

When I walk
I part the air
and always
the air moves in
to fill the spaces
where my body's been.

We all have reasons
for moving.
I move
to keep things whole.


The New Poetry Handbook

1 If a man understands a poem,
he shall have troubles.

2 If a man lives with a poem,
he shall die lonely.

3 If a man lives with two poems,
he shall be unfaithful to one.

4 If a man conceives of a poem,
he shall have one less child.

5 If a man conceives of two poems,
he shall have two children less.

6 If a man wears a crown on his head as he writes,
he shall be found out.

7 If a man wears no crown on his head as he writes,
he shall deceive no one but himself.

8 If a man gets angry at a poem,
he shall be scorned by men.

9 If a man continues to be angry at a poem,
he shall be scorned by women.

10 If a man publicly denounces poetry,
his shoes will fill with urine.

11 If a man gives up poetry for power,
he shall have lots of power.

12 If a man brags about his poems,
he shall be loved by fools.

13 If a man brags about his poems and loves fools,
he shall write no more.

14 If a man craves attention because of his poems,
he shall be like a jackass in moonlight.

15 If a man writes a poem and praises the poem of a fellow,
he shall have a beautiful mistress.

16 If a man writes a poem and praises the poem of a fellow overly,
he shall drive his mistress away.

17 If a man claims the poem of another,
his heart shall double in size.

18 If a man lets his poems go naked,
he shall fear death.

19 If a man fears death,
he shall be saved by his poems.

20 If a man does not fear death,
he may or may not be saved by his poems.

21 If a man finishes a poem,
he shall bathe in the blank wake of his passion
and be kissed by white paper.


Lines For Winter 

Tell yourself
as it gets cold and gray falls from the air
that you will go on
walking, hearing
the same tune no matter where
you find yourself --
inside the dome of dark
or under the cracking white
of the moon's gaze in a valley of snow.
Tonight as it gets cold
tell yourself
what you know which is nothing
but the tune your bones play
as you keep going. And you will be able
for once to lie down under the small fire
of winter stars.
And if it happens that you cannot
go on or turn back and you find yourself
where you will be at the end,
tell yourself
in that final flowing of cold through your limbs
that you love what you are.

So You Say 

It is all in the mind, you say, and has
nothing to do with happiness. The coming of cold,
the coming of heat, the mind has all the time in the world.
You take my arm and say something will happen,
something unusual for which we were always prepared,
like the sun arriving after a day in Asia,
like the moon departing after a night with us.


The Room 

It is an old story, the way it happens
sometimes in winter, sometimes not.
The listener falls to sleep,
the doors to the closets of his unhappiness open

and into his room the misfortunes come --
death by daybreak, death by nightfall,
their wooden wings bruising the air,
their shadows the spilled milk the world cries over.

There is a need for surprise endings;
the green field where cows burn like newsprint,
where the farmer sits and stares,
where nothing, when it happens, is never terrible enough.