2008 sonu - 2009 başında sıkça takip ettiğim, her türlü albüm/yeni müzik ihtiyacımı karşıladığım bir blog vardı. sonra tabii o kadar iyi ve yeni albümü paylaşması müzik şirketlerinin dikkatini çekti ve kaldırıldı. sahibi sonradan başka bir server'da, password uygulamasıyla blogu ayakta tutmaya çalıştı ama nafile. ne o yeni server, ne de o paylaşımın yarattığı his müzik şirketlerinin müdahalesi yüzünden eskisi gibi olabildi.
linklerin altına pek albüm yorumu yapmayan, wikipedia'da bulunan türden genel bilgiler veren bir blogtu, ancak albüm kapaklarını mutlaka postlarına eklerdi. sanırım belli bir müzik müzik zevkine hitap etmesinin (ve de tabi ki linklerinin) dışında da en büyük albenisi buydu bu blogun. tanımadığınız, ama adını orada burada duyduğunuz, bazen onu bile duymadığınız gruplar albüm kapakları ile ulaşıyorlardı size. o blog sağ olsun, albüm kapakları sayesinde birçok grup tanıdım. (ha bir albümün kapağı içeriğini ne kadar temsil eder, o da çok mantıklı ve üzerine konuşulması gereken bir soru tabi ki ama bu yazının konusu o değil.) hala bir müzik-markette gezip kendi kendinize yeni bir şeyler keşfedebilmenin tadını sanal da olsa yaşatabilmesi açısından böyle bloglar, siteler, ya da durumlar hoşuma gidiyor. the jezabels'i de böyle tanıdım örneğin, sadece kapak görsellerinden yani. şunların güzelliğine bakar mısınız? ve de itiraf edin, grubu merak ettirmedi mi size de? :)
20 Aralık 2012
11 Aralık 2012
29 Kasım 2012
sibylle baier
birinin yerine başkasını koymak ne kadar da kolay. sen yoksan, uzaktaysan yakındaki var. yaşı aynı, yüzü benzer... anlattıklarını saklıyorum aklımın köşelerine, yakındakilerden gönlüme göre olanını seçerken onlardan feyz alıyorum. tutturuyorum da biliyor musun? neredeyse sen! neredeyse.. artık aklıma bile gelmiyor. umarım senin için de bu kadar kolaydır. değilse de üzülme, zamanla kolaylaşır.
18 Kasım 2012
etrafımda ne kadar kitap okumayan, müzik dinlemeyen, film izlemeyen insan varsa hepsi kronik olarak mutsuz. mutsuzluklarının sebebi bu demiyorum elbette ama, bazen bunlardan birini arada bir de olsa yapsalar belki bu kadar mutsuz olmazlar gibi geliyor.
24 Ekim 2012
23 Ekim 2012
lines before a dream
the relationship between the memory and the reality of something is really strange. the more the distance between the two increases, the more fragmented the memory becomes. one day, you can't picture his face in your head as easily as you normally do, the other you forget the details of his flat, and finally you forget his voice. at least, you think you do. then, you dream a dream one night and hear his voice again, and crystal clear it is! you wake up and it's gone, the dream becomes a memory and you find yourself sadly happy because somewhere inside you still remember, although you can't reach it to your heart's content anymore. i tell you, it's very very strange and it's one of the perks of being human.
07 Ekim 2012
20 Eylül 2012
annemin nazar değmesin politikası
aşağıdaki yazıyla beraber değerlendirildiğinde tam "anasının kızı" olduğumu kanıtlıyor.
anlatmayın anacım herkese başarınızı. sanmayın ki sizin için seviniyorlar filan. yok öyle bir şey.
anlatmayın anacım herkese başarınızı. sanmayın ki sizin için seviniyorlar filan. yok öyle bir şey.
14 Ağustos 2012
burayı artık (neredeyse) kimsenin okumadığı gerçeğinin verdiği güvenle, başka bir yerlere yazmak istediğim ama alenen bilinsin istemediğim şeyleri buraya yazasım geliyor. garip bir durum değil mi, okunmak istemek ama aynı zamanda okunmak istememek? :) bir de son zamanlarda iyi şeyleri paylaşmaktan korkar oldum. ki çok kötü bir şey bu, iyi bir şey varsa, oluyorsa, paylaştıkça daha da büyümesi, çoğalması gerekir değil mi? ben en azından öyle olduğuna inanırdım ve dilimin bu anlamda kemiği yoktu ama artık nazardan korkuyorum. birinin bir yerlerde benim başıma gelen iyi şeyle ilgili benimle alakalı alakasız kötü hissetmesi ve bunun beni etkilemesi ihtimalinden korkuyorum. hele de durum, tam da şimdiki gibi ihtimallere bağlıyken.
tüm bunlar koca bir parantez aslında.
bugünün paylaşmak istediğim hissiyatı(m) esasında şu: insanın birkaç saat önce olduğundan bile haberdar olmadığı bir şeyi bu kadar istemesi... bilmiyorum nasıl bir şey ama, yarattığı heyecan mükemmel. umarım olmasını bu kadar çok istediğim işler karşıma sıklıkla çıkar ve beni bu kadar heyecanlandıran şeylere "işim", "hayatım" diyebilirim. umarım.
tüm bunlar koca bir parantez aslında.
bugünün paylaşmak istediğim hissiyatı(m) esasında şu: insanın birkaç saat önce olduğundan bile haberdar olmadığı bir şeyi bu kadar istemesi... bilmiyorum nasıl bir şey ama, yarattığı heyecan mükemmel. umarım olmasını bu kadar çok istediğim işler karşıma sıklıkla çıkar ve beni bu kadar heyecanlandıran şeylere "işim", "hayatım" diyebilirim. umarım.
13 Ağustos 2012
yine beni irrite eden bir şey(ler)den bahsetmeye geldim :)
- hiçbir şeyin tadını kusur bulmadan çıkaramayan ve bunu da sizinle paylaşma gereği gören insanlardan haz etmiyorum.
- her şeyi kendileri üzerinden kurgulayan, yaşayan insanlardan haz etmiyorum.
mutlu, olumlu insan seviyorum ben ya. kısacası bu.
09 Temmuz 2012
amanda fucking palmer
bu kadını uzun zamandır twitter'dan takip ediyordum ama nedense açıp hiçbir şeyini dinlememiştim. bugüne ve hakkında yazılmış bir guardian yazısına kısmetmiş. çok hoşuma gitti.
20 Haziran 2012
11 Haziran 2012
wishyou
çok çok güzel iki şarkı ismi var bu albümde, kendilerinden çok hoşuma gidecek kadar hem de:
the exact color of doubt
ve
annual moon words.
albümün kendisi de çok güzel gerçi de, daha 3. dinleyişim, şimdiden bir şey demeyeyim :)
20 Mayıs 2012
Mad Girl's Love Song
I shut my eyes and all the world drops dead;
I lift my lids and all is born again.
(I think I made you up inside my head.)
The stars go waltzing out in blue and red,
And arbitrary blackness gallops in:
I shut my eyes and all the world drops dead.
I dreamed that you bewitched me into bed
And sung me moon-struck, kissed me quite insane.
(I think I made you up inside my head.)
God topples from the sky, hell's fires fade:
Exit seraphim and Satan's men:
I shut my eyes and all the world drops dead.
I fancied you'd return the way you said,
But I grow old and I forget your name.
(I think I made you up inside my head.)
I should have loved a thunderbird instead;
At least when spring comes they roar back again.
I shut my eyes and all the world drops dead.
(I think I made you up inside my head.)
sylvia plath
15 Mayıs 2012
bir gün rüyamda bir adam bir koliyi işaret edip "işte türk edebiyatının tüm okunması gereken eserleri, kronolojik olarak sıralı olarak bunun içinde," dedi. dönüp koliye baktım, mutluluğumu size tarif edemiyorum. sonunda biri benim için "okunması gerekenler"i "listelemiş", "sıralamış" ve önüme koymuştu. artık nereden başlayıp nerede durmam gerektiğini görebiliyordum, pusulasız değildim. AH kahpe bilinçaltı! OCD eğilimlerimi böyle can alıcı konularda yüzüme vurmasan olmaz mı!
05 Mayıs 2012
j
“I’ve a strange feeling with regard to you. As if I had a string, somewhere under my left ribs. Tightly knotted to a similar string in you. And if you were to leave, I’m afraid that cord of communion would snap. And I have a notion that I’d take to bleeding inwardly. As for you, you’d forget me.”
23 Nisan 2012
blogger'ın arayüzü değişmiş. halbuki o kadar çok olmadı ben bloglara uğramayalı. seni kastetmiyorum blogk, senden çoktan vazgeçtim. ya da başka yerlere yazıyorum, sana yazılasıların sayısı bu yüzden azalıyor sanırım.
bu sefer şu aforizmayı zortlamaya geldim: cesur insanları seviyorum, onlar cesur olduklarının farkında olmasa bile. mesela bin sene önce başka bir memlekette tanıştığım, "başkalarının/otoritelerin" uğraştığı işlerde yeterli bulmayacağı ama yine de o işleri yapan, hem de bu kadar ulu orta yapan, insanların gözüne soka soka bu kadar yaşamaktan korkmayan o kızı seviyorum. o kızın facebook feedimdeki bu tür aktivitelerini görmek hoşuma gidiyor. kimse umurunda değil, ve evet öyle de olması lazım zaten, bunun övülecek nesi var değil mi? çok şeyi var halbuki. ne kadar çok umursuyoruz herkesi, bir düşünsenize. bu kız yapmak istediğini yapıyor, var mı ötesi? ne kadar çok insan başkalarının yargılarından korktuğu için yapmak istediklerini yapmıyor biliyor musunuz? üstelik o kadar önemli ki başkalarının gözü, onların bakışını kendinin sanmak da cabası. "başkalarının" göreceğini umursamadan, "benim" ne düşüneceğimi umursamadan hala çabalayan o adamı da seviyorum bu yüzden. cesur bir şey çünkü yaptığı. cesur olması takdire şayan çünkü "başkalarının" üzerindeki etkisinden kurtulmuş, istediğinin peşinde, önemsiz öznelerin yargılarının kaygısında değil. bahaneleri değil edimleri var. siz/biz hala yargıların gölgesinde katatonik, suni kimliklerimiz için uygun edimleri yapmanın kaygısında yıllarımızı tüketin, tüketelim, korkun, korkalım, delicesine korkun, korkalım, açık, kanayan, görülmeye, eleştirilmeye, eleştirilip üzerinde tatmin olunmaya müsait olmaktan kaçın, kaçalım... nihayetinde onlar başkaları, siz sizsiniz, biz de biz, ve yolun sonunda sadece yaptıklarımız ve yap(a)madıklarımız var. yaptıklarından ve yapmak istediklerinden utanmayan herkes, teşekkür ederim, zihnimi/ruhumu iyi ediyorsunuz. umarım daha çok karşılaşırız.
bu sefer şu aforizmayı zortlamaya geldim: cesur insanları seviyorum, onlar cesur olduklarının farkında olmasa bile. mesela bin sene önce başka bir memlekette tanıştığım, "başkalarının/otoritelerin" uğraştığı işlerde yeterli bulmayacağı ama yine de o işleri yapan, hem de bu kadar ulu orta yapan, insanların gözüne soka soka bu kadar yaşamaktan korkmayan o kızı seviyorum. o kızın facebook feedimdeki bu tür aktivitelerini görmek hoşuma gidiyor. kimse umurunda değil, ve evet öyle de olması lazım zaten, bunun övülecek nesi var değil mi? çok şeyi var halbuki. ne kadar çok umursuyoruz herkesi, bir düşünsenize. bu kız yapmak istediğini yapıyor, var mı ötesi? ne kadar çok insan başkalarının yargılarından korktuğu için yapmak istediklerini yapmıyor biliyor musunuz? üstelik o kadar önemli ki başkalarının gözü, onların bakışını kendinin sanmak da cabası. "başkalarının" göreceğini umursamadan, "benim" ne düşüneceğimi umursamadan hala çabalayan o adamı da seviyorum bu yüzden. cesur bir şey çünkü yaptığı. cesur olması takdire şayan çünkü "başkalarının" üzerindeki etkisinden kurtulmuş, istediğinin peşinde, önemsiz öznelerin yargılarının kaygısında değil. bahaneleri değil edimleri var. siz/biz hala yargıların gölgesinde katatonik, suni kimliklerimiz için uygun edimleri yapmanın kaygısında yıllarımızı tüketin, tüketelim, korkun, korkalım, delicesine korkun, korkalım, açık, kanayan, görülmeye, eleştirilmeye, eleştirilip üzerinde tatmin olunmaya müsait olmaktan kaçın, kaçalım... nihayetinde onlar başkaları, siz sizsiniz, biz de biz, ve yolun sonunda sadece yaptıklarımız ve yap(a)madıklarımız var. yaptıklarından ve yapmak istediklerinden utanmayan herkes, teşekkür ederim, zihnimi/ruhumu iyi ediyorsunuz. umarım daha çok karşılaşırız.
14 Nisan 2012
burnside
Amor Vincit Omnia
Find me when summer ends and the lamps
are everything.
I have practised being the one
to whom you return,
if not the betrothed, then at least
the autumnal familiar,
the almost unveiled.
Songlike and lost in the mist, I have made you a bed
of fingerprints and outlook and those
footsteps that go in the dark
through a litmus of snow
to seek benediction.
Call it a house of cards,
or a hall of mirrors,
but nothing will measure you here
and find you wanting.
- John Burnside
Winter
Imagine I loved you still and nights like these
were visitations,
an endless Pentecost of lips and hands
and bodies resurrected in their beds,
not mine, or yours, but given, like a snowfall.
Out in the dark, the woods are from a map
that someone has left unfinished: hand-coloured signs
for birch, or deer, and nothing to explain
the new red of a kill, or how the silence
wells around a fallen sycamore;
But here, where we lie down in differing weather,
the night fades on our skins while we are dreaming,
and winter is the self, day after day,
ghosting a life from the nothing it knows by heart.
- John Burnside
Anniversary
What I believe in, now,
is woodwork and sea-grass
the blond light on country roads and occasional
glimpses of the smaller birds of prey;
or lying awake at night, with a lamp still lit
in one of the lower rooms, to feel the darkness
gather like a fleece
above the stairs,
as if the house would happily reveal
its ghosts: umbrellas dripping in the hall
and rain tracked in from forty years ago
to other mirrors, other kitchen chairs.
Old conversations echo in our hands
and voices, all our lives
continuous and ready to be told
in words and gestures: unrecorded love
and what we take for love, on nights like this,
the cellar locked, the albums put away,
and some blind creature circling in the roof,
its throat plucked clean, its feathers smudged with clay.
- John Burnside
Loved and Lost
Give me a childhood again and I will live
as owls do, in the moss and curvature
of nightfall
-glimpsed,
but never really seen,
tracking the lane
to a house I have known from birth
through goldenrod
and alstroemeria;
while somewhere,
at the far edge of the day,
a pintailed duck
is calling to itself
across a lake,
the answer it receives
no more or less remote than we become
to one another,
mapped,
then set aside till we admit
that love divulged is barely love at all:
only the slow decay of a second skin
concocted from the tinnitus of longing.
- John Burnside
Find me when summer ends and the lamps
are everything.
I have practised being the one
to whom you return,
if not the betrothed, then at least
the autumnal familiar,
the almost unveiled.
Songlike and lost in the mist, I have made you a bed
of fingerprints and outlook and those
footsteps that go in the dark
through a litmus of snow
to seek benediction.
Call it a house of cards,
or a hall of mirrors,
but nothing will measure you here
and find you wanting.
- John Burnside
Winter
Imagine I loved you still and nights like these
were visitations,
an endless Pentecost of lips and hands
and bodies resurrected in their beds,
not mine, or yours, but given, like a snowfall.
Out in the dark, the woods are from a map
that someone has left unfinished: hand-coloured signs
for birch, or deer, and nothing to explain
the new red of a kill, or how the silence
wells around a fallen sycamore;
But here, where we lie down in differing weather,
the night fades on our skins while we are dreaming,
and winter is the self, day after day,
ghosting a life from the nothing it knows by heart.
- John Burnside
Anniversary
What I believe in, now,
is woodwork and sea-grass
the blond light on country roads and occasional
glimpses of the smaller birds of prey;
or lying awake at night, with a lamp still lit
in one of the lower rooms, to feel the darkness
gather like a fleece
above the stairs,
as if the house would happily reveal
its ghosts: umbrellas dripping in the hall
and rain tracked in from forty years ago
to other mirrors, other kitchen chairs.
Old conversations echo in our hands
and voices, all our lives
continuous and ready to be told
in words and gestures: unrecorded love
and what we take for love, on nights like this,
the cellar locked, the albums put away,
and some blind creature circling in the roof,
its throat plucked clean, its feathers smudged with clay.
- John Burnside
Loved and Lost
Give me a childhood again and I will live
as owls do, in the moss and curvature
of nightfall
-glimpsed,
but never really seen,
tracking the lane
to a house I have known from birth
through goldenrod
and alstroemeria;
while somewhere,
at the far edge of the day,
a pintailed duck
is calling to itself
across a lake,
the answer it receives
no more or less remote than we become
to one another,
mapped,
then set aside till we admit
that love divulged is barely love at all:
only the slow decay of a second skin
concocted from the tinnitus of longing.
- John Burnside
11 Mart 2012
*take care
buraya yazıcam yazıcam diyorum ama unutuyorum hep. heyecan verici şeyler oluyor. ama onları değil de şunu demeye geldim asıl:
güzel dinlemeler olsun.
güzel dinlemeler olsun.
12 Ocak 2012
holga'da 35mm film kullanırken dikkat edilmesi gerekenler
- öncelikle, üstteki videodan filmi holga'ya nasıl takacağınızı görebilirsiniz. ben de nasıl takılacağını bu videoyu izleyerek öğrendim ve filmim poz halindeyken makaradan çıkmadı ya da başka sorunlarla karşılaşmadım.
- videoda dikkatinizi çekeceği üzere filmde kaçıncı karede olduğunuzu gösteren kısmı bantlıyorsunuz. bu ne kadar 35mm ile ilgili bir durum bilmiyorum. gerçi her halükarda, 35mm, orta format filmle boyutsal olarak çok farklı olduğundan orayı bantlamasanız bile o poz numaraları pek işinize yaramayacak.
- holga'da 35mm film kullanmanın en zor kısımlarından biri de bu zaten. yani diğer poza geçmek için yukarıdaki poz ilerleticiyi ne kadar çevirmeniz gerektiğini bilememek. ancak neyse ki google var: şu site bu konuda son derece yardımcı. çok anlaşılır bulmayanlar için şöyle diyeyim: filmi taktıktan sonra benim gibi kullanmadan önce birkaç tur çevirmiyorsanız (paranoya) ilk seferde poz ilerleticiyi 42 tık sesi duyana kadar çeviriyorsunuz. ilk pozdan sonra tık sayısı 35, sondan sonra 34 diye devam ediyor. peki bunu neden yapıyoruz? film harcamamak ve -istemeden- pozları üst üste bindirmemek için. bu teknikle normalde 36 pozluk filmden 24 poz elde ediyorsunuz.
- pozlarınız bittikten sonraki aşama çok önemli. videoda görebileceğiniz gibi, kullandığınız orta format bir makine olduğundan, 35mm bir filmi, holga'da 35mm makinelerde sardığınız gibi saramıyorsunuz. bu durumda iki seçeneğiniz var: ya hiç elleşmeden bir fotoğrafçıya götürüp konuyu iyice anlatıp onların sizin için sarmasını rica edeceksiniz -ki bunu ortalama bir fotoğrafçının anlamama ve o süreçte filminizi berbat etme ihtimali çok yüksek. holga ve lomo ile son derece haşır neşir olduğunu gördüğüm sirkeci'deki kristal foto size bu konuda yardımcı olabilir diye düşünüyorum.- ya da videoda gördüğünüz gibi evinizin tamamen karanlık bir odasında filmi kendiniz saracaksınız. ben akşam, tamamen karanlık bir odaya gidip yorganına altına girmek (paranoya) suretiyle sardım kendi filmimi. ve beklemediğim kadar zorlandım. dolayısıyla sararken bir kalem hatta kalın uçlu bir tornavida kullanmak mantıklı olabilir.
- gelelim filminizin banyo & baskı sürecine. ben fotoğraflarımın nasıl çıkacağını pek bilemediğimden gittiğim fotoğrafçıdan, yani kristal foto'dan baskı istemedim. sadece banyo ve CDye tarama istedim. filminizin delikleri de görünerek taranmasını istiyorsanız, ki holga'da 35mm film niye kullanasınız istemeseniz :), bunu özellikle belirtmeniz gerekiyor. işin kötü tarafı böyle tarama normal taramadan daha pahalı. kristal foto'da benden poz başına 1 TL istediler, bildiğiniz soygun yani. kaç senedir gittiğim ve artık karşılıklı bir muhabbetimiz olduğundan sağolsunlar 75 kuruşa indiler benim için. ama yine de kulağa küpe: parasız insan işi değil bu.
- CDye taramada benim gördüğüm kadarıyla filmi biraz kaydırarak tarıyorlar. yani sadece sizin pozunuzdan oluşan bir görüntü çıkmıyor karşınıza. bu noktada da photoshop'u tavsiye ediyorum. photoshop fotoğraf severin dostu evet, ama holga severin daha da bir dostu. holga flaşına rağmen güneşli olmayan ortamda çok iyi sonuçlar veren bir makine değil. dolayısıyla, yüksek asa'lı film kullanmanızı ve içerde çekim yapmamanızı tavsiye ederim. flaşlı ve iyi ışıklandırılmış iç mekan çekimlerinizde de photoshop yine en yakın dostunuz :)
sanırım söyleyebileceklerim bu kadar. sorusu olanlara yardıma her zaman açığım. ha çektiğim fotoğrafları da şuradan görebilirsiniz.
04 Ocak 2012
bugün amma da yazasım varmış.
insanlar böyle "iş hayatı", "kariyer" filan diyorlar ya.. bana çok garip geliyor. bunlar ayrıca belirtmeniz gereken hayatınızın dışındaki şeyler mi abi? bu "paramı kazanayım, evime gideyim, sonra da o parayla hayatımı yaşayayım" türünden bir bakış açısının göstergesi ve böyle laflarla bu bakış açısını meşrulaştırıyoruz, "normal olan bu" haline getiriyoruz. halbuki ne kadar acıklı bir yaşam böylesi bir yaşam. haftada beş gün, gününüzün 8 saatini, belki de daha fazlasını para kazanmak için çalışmakla geçiriyorsunuz. geri kalanında da "yaşıyorsunuz". sonra da mutlu oluyorsunuz, kariyerim, işim, param vs diyerek.
işte de, çalışırken de yaşadığımız, işe iş değil de "yapmak istediğim şey" dediğimiz, yaptıkça mükafatlandırıldığımız (artık patron tarafından mıdır, müşteri tarafından mıdır neyse) hayatlarımız da olabilir. biraz da bunları dillendirsek olmaz mı?
dolmuş şoförü tikleri
dün bindiğim sarı dolmuşu polis çevirip ceza yazdı. ön koltukta 3 kişi olduğu için sanırım (şoför yanı değil, ortadaki koltuğu kastediyorum. ayrıca ne zaman o koltukta 3 kişi olmadı ki?). bugün yine aynı koltukta yine üç kişiyle bu sefer polissiz-cezasız yola düştük. bu işte bi iş var ya, hadi bakalım.
bugün de metroda elektrikler kesilmişti. bir süre taksim'de karanlık metronun içinde elektriğin gelmesini ve trenin hareket etmesini bekledik. bazıları elektrikler gelene kadar binmediler. çok doğal tabii düşününce, o karanlıkta ve kalabalıkta klostrofobiye düşmemek çok zor.
bunlar, yakın zaman yol tecrübelerim. başlıktaki dolmuş şoförü tiklerine gelecek olursak.. 2 gündür üst üste denk geldiğim dolmuş şoförü amca, dolmuşa binen herkese -ama herkese tek tek- teşekkür ediyor ve iyi günler diliyor. devamlı bir "teşekkür ederim efendim", "iyi günler efendim" durumu yani.
bayaa bir uzun zaman önce bindiğim ve bi daha denk gelmediğim başka bir amca ise belli sayılarda önce sol, sonra sağ eliyle yüzüne dokunuyordu. bunun OCDlik bir durum olduğunu fark ettirecek kadar da sistematik yapıyordu bunu üstelik. bir ara ellerini bu kadar çok direksiyondan çeken bir sürücünün arabasında olmak kaygılandırmadı da değil beni ne yalan söyleyeyim.
dolmuş, yol, yolda başa gelenler hikayeleri bitmek bilmez ama hepsinin ortak bir paydası var: ne kadar çok deli var memlekette farkında mısınız? garip, acayip filan değil. baya reçetelik insanlardan bahsediyorum. en son edinburgh'dayken oradaki insanlarda dikkatimi çekmişti bu durum. onların malum yalnızlıkları, iklimleri vs. düşünülünce anlamlı da gelmiş, çok takılmamıştım. bizdekinin altında ne var bilemiyorum. ama gözlerinizi şöyle bir bu konuya açarsanız neyi kasttetiğimi çok iyi anlayacaksınız. bu insanları genelde görmezden geliyor, "aman yaklaşmasın" diyor ve hayatımıza devam ediyoruz çünkü.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)