31 Mayıs 2009

nouvelle vague + sütlü kahve + pazar sabahı

mor böyle filmlerde gördüğüm/nüz türden uyurken güneş ışığının gözlerinizi rahatsız etmesini engelleyen adını bilmediğim zımbırtı kafamın üstünde gece yarısından sonra çıkarılmış maske süsü vermiş bir şekilde duruyordu uyandığımda. atilla hala uyuyor. kardeşle aynı odayı paylaşmanın en kötü kısmını bu gece tecrübeledim, yastığımı almış şerefsist. benimle ilgili bilmeniz gereken 101 kodlu factlerden birisi: ben yastığımı paylaşmam, başkasının yastığında uyumam.
önce yastıksız uyumaya çalıştım beceremedim, gidip salon koltuk yastıklarını zulaladım, onlarla uyudum bir süre.
geçen hafta aldığım çeviri işi yılan hikayesine döndü. en son yaptığım çevirinin internet sitesine veri olarak girilmesi işini de verdiler, onun yarısını yaptım ama bu sabah itibariyle sitedeki dosyalara ulaşamıyorum. bu işle ilgilenen dolayısıyla iletişim imkanım olan tek kişi sarkis beyğ ve onu da bir pazar öğleden sonrası bu konuda aramak istemedim. bi yarım saat daha bekleyip öyle arayacağım. iyi bir insanım.

ve evet, daha genel haberlere gelirsek, dersler ofişıli bitti, son sınavımızı da geçen çarşamba felsefeden olduk. enteresan bi sınavdı. gerçekten. sorulardan biri mid-term sorusunun aynısıydı ve hiçbirimiz hakim değildik o konuya "aynısını mı sorucak yeaa" diye düşündüğümüzden, ve sanırım baya bi freestyle takıldık. ama umurumuzda da değildi, okul bitiyordu nitekim.
şimdiki-geniş zaman aralığına geri dönersek, sınav gününü tamirhane bahçesinde kızgın güneş altında piliç çevirmece olarak geçirip sonra da çimenlerde debelendik. sanırım uzun bi süreliğine okulla ilgili son anım bu olacak, topluca okulda geçirdiğimiz son gün olmasından kelli.
egem - cenk ev tuttular sonunda, şima hala arıyor. bu yazın büyük bi bölümünde insanlar burada olacak, dolayısıyla enteresan bi yaz olacak gibi görünüyor. pelin bile burada.
30unda ilk düğün fotoğrafçılığı deneyimim beni bekliyor, ay başında da mezuniyet. tey gidi. dün esra'yla onun mezuniyeti için elbise bakarken farkettim bu konuda ziyadesiyle umarsız olduğumu. ufaktan ben de başlasam mı acaba ne giyeceğimi düşünmeye. en azından şu 20 senelik ömrüme *bu yaşta yuvarlama kaygısı ooo-lalalalala-laaaa* tek elbise giydiğim gün olmak gibi de güzel bi katkısı olur mezuniyetin. evet lan elbise giyicem! hoho.

bi de görüşmeyeli ben twitter'a sardım blogk. ama açıkçası helecanlan tivitırını yoklayacağım bi ünlü yok henüz. david lynch'in bile varmış yalnız account'u gidip onu yokliyim bari. neyse, her halükarda eşin dostun ne yaptığını daha çok merak ediyorum, blogk için kasmayanlar, blogkunu benim gibi her yola gelen bi şekilde kullanmayanlar, soşııl fesılitii firendliler, madem s merak ediyormuş girelim olum nolcek diyenler, beklerim.


aslında daha yazacak bi sürü şey var ama şu haliyle bile yeterince dağınık oldu bu post. bilare devam ederim.

28 Mayıs 2009

"kafam götürmüyor" gibi mantıksal olarak namümkün annem önermelerinden biri olan "para dayanmıyor."un bu kadar doğru oluşu canımı sıkıyor blogk.
akıllı uslu edepli bi genç olarak harcamalarım oldukça ortalama. içkim, sigaram, kumarım yok. arada konsere filan gidip kitap neyin alıyorum işte. ama bunlara bile para yetmiyor. mesela yakın zamanda dinlemeye başlayıp çok çok sevdiğim bi grubun,
Ariel Pink's Haunted Graffiti'nin, 6 haziranda konseri var. biletin kaç para olduğunu öğrenesim yok çünkü temmuz ortasında da emiliana torrini var.
tek tek gelin ya. tek tek.


bi de bunun üstüne hala para biriktirmeye çalışıyorum.

ironük


mevzuuya uzak olanlar için: evet o üstteki felsefe dersi ses kaydı.

25 Mayıs 2009

foucault oyun derken kolbastıyı kastetmiyor.

flaşflaşflaş / just in!

blogkların sevgilisi gündüz amca'nın ofişıl düğün fotoğrafçısıyım!

düğün basma hayallerim de bu durumda suya düştü tabii.

24 Mayıs 2009

ne diyorsun oğlum?

14 mayıs '09, benim bulunmadığım bir felsefe dersi
muhterem felsefe hocam FK Foucault anlatmaktadır, modernitede iktidarın en büyük silahı olan davranış biçimlerinin zihindeki temsilinin patoloji üzerinden belirlenmesi meselesini yeni bitirmiştir, içi rahattır, Elias'tan iki-üç laf edip futbolcuların medeniyet kuralları dahilinde olmayan davranışlarına filan geçmiştir. yani tipik bir felsefe dersi işlenmektedir. geyiğin ortasında gereksiz afacan ve hevesli bir öğrenci -ki siz kim olduğunu da bilirsiniz canlarım- nedense derse geri dönüp şöyle bir soru sorar

aakççgö* : şimdi hocam foucault'nun geldiği bu noktada en azından çok sıkı bir şekilde teoriye bağlı bir anlamda pratiğin de süregelmesi gerekmiyor mu?
FK: ne diyorsun oğlum?

sınıf: HIHIOHOHAHAHA
ben burada odamda bi başıma kulağımda kulaklık gözler baygın ama bir yandan da laptopa sarılmış bir şekilde : AAHAHAHAHAHA

*afacanım ama kafam çok çalışıyor göstermezsem ölürüm.

köklere son kez geri dönüş

kulaklıklarım kulağımda, sırtım kambur yatağımda oturuyorum, buram buram türk kahvesi kokuyor etrafım, kafeine sığındım kafeine güvendim. şahane bi pazar günü, temptation hat safhada, irem kız taksim ellerde. çarşamba gününe kadar iptalim, çünkü felsefe finalim var. şu an da ses kaydından notları yazıyorum ve yarısına bile gelebilmiş değilim. 3 ders var, ortalama 40 dakikalık 3ü de. ve foucault anlatıyor fk. sonunda foucault dinliyor olduğum için mutluyum tabi ki de ama ses kaydından not yazma konusunda biraz hamlamışım galiba, her cümleyi 3er kere filan dinliyorum.

neyse, 1 kaldı sadece.
sonrasına dair çok büyük ekspektasyonlarım var, hayır sıpoylır vermiyciim :)

23 Mayıs 2009

are you afraid?

şimalardayız. merve ben şima. merve hiç olmadığı kadar sarhoş. hatta ne zamandır tuvalette bilmiyorum, beş dakika önce bi seslendim geliyorum dedi. geliyo musun merve? tost yaptım da ona. ben de akşamki makarnayı otlanıyorum. inanılmaz bir kızlar gecesi oldu bu. güya çalışacaktık. gerçi çalışacağız da. ama bir araya gelince o kadar iyi oluyoruz ki ciddi muhabbetlere kayamıyoruz bir türlü. en son amerika'daki twilight çılgınlığına dahil olduk. daha doğrusu ben 95li kuzenimin feysbuktaki twilight gruplarındaki fotoğraflardan birine, ki bu ingilizce bi gruptu, "çok tatlı yaaaağ" mesajını gördükten sonra "lan noluyoo" hissiyatına yenilip izlemiş ve şima'ya da izletmiştim. bugün de ikimiz merve'ye izlettik. hayat çok eğlenceli. şima demin "kendime engel olamıyorum" dedi. hatta "ay em sori" de dedi. bu gece nasıl bitecek bilmiyorum. birazdan da senaryo üzerinde çalışmaya başlacağız. kanımızdaki alkol oranının etkisi bu duruma ne olacak bilmiyorum.
güzel haberler, çeviri işinden istediğim gibi bi para alıcam, en son çalıştığım part-time olayının parasını da bugün aldım. paralar birden gelmeye başlamaz mı :D

abiii , merve are you afraid dedi :D

şima out loud dedi. :))))
ahahahahah. blogk beni olduğum gibi sev.

21 Mayıs 2009

(d/m)ental ?!

sevgili blogkum,
ilgisizim doğrusun ama bi sürü şey oluyor yetişemiyorum. demin, tam demin bir çeviri maratonundan çıktım, 118 sayfa çevirdim şu 48 saatte. kendimde değilim, bunu kafam yastıkta, dilim dışarda bi şekilde yazıyorum. eğer bu işten tahmin ettiğim gibi bi para gelirse...cümleyi bitiremiyorum çok heyecanlanıyorum, elim ayağım birbirine dolaşıyor...çocuğum olsa bu kadar sevinir miyim bilmiyorum. iç sesim "umutlanma len dur" çığlıklarında.


:sus :sus :sus :sus :ssss

allahın beni sahibime bağışlama ihtimalini sevenler

sizi bu taraftan alayım ben.

14 Mayıs 2009

i don't work because i'm a housewife.

causality enteresan bi olay blogk.

13 Mayıs 2009

kulağa garip ya da duygusal gelecek biliyorum, çok büyük ihtimalle de bunu duymayı beklemiyorsunuz. çoğu zaman, tahmin edeceğinizden de sık, yapabileceklerimi yapmadığımı, olabileceklerimi olmadığımı, dünya yaşarken yerimde durup önüme baktığımı hissediyorum ben. ve de işin güzel tarafı, bunu hissettiğim her zaman sahip olduğum insanları düşündüğümde mutluluktan göz bebeklerim büyüyor. olmadıklarımın, yapmadıklarımın vicdan azabı kayboluyor ortadan, böyle hissettiren herkese aynı şekilde hissettirebiliyor olmak istemenin dışında da başka hiçbir şey geçmiyor aklımdan. evet gerçekten bu kadar çok seviyorum sizi.

iricik / kericik

çok seviyorum
çok çok çok

08 Mayıs 2009

-mız

uyuyamıyorum blogk. bu, bu hafta ikinci. döndüm durdum yatakta, sonunda da pes edip bilgisayarı açtım işte. hala umudum var ama, o kadar var ki hem de odanın ışığını bile açmadım, düşün. ekrana 3 cm uzaktan yazıyorum bunları da. kör olmam yakındır.
uykumu getirir umuduyla insanların bloglarına baktım, cık işe yaramıyor.
gidip biraz daha yatakta döneyim bari. pff.
omuzumdaki sivilce bağımsızlığını ilan etti akşam itibariyle. şerefsist çok acıyor.

06 Mayıs 2009

sevgili dostlar,

okulumun bitmesine 16 gün kaldı. ayrıca da durum itibariyle sadece 2 sınavım var ki bunlardan biri de haftaya bitiyor. 2 de ödevim var ama saymıyorum onları, sayılası değiller zaten maksimum 1 gün alacak türden ödevler çünkü 2si de.
neticeye delirsek, işsiz güçsüz ve aktivitesizim. bir süre ekstra bir şey okumak istemiyorum ve ne yazık ki izlemek istediğim dizileri de tükettim. dizi önerilerine açığım, tavsiyelerinizi bekliyorun. hadi bakiyim.

freaks and geeks rulaz pt. 3

freaks and geeks rulaz pt. 2

freaks and geeks rulaz pt. 1

who is that, anyway?

04 Mayıs 2009

ka-ka

deneme ödevimi denemede biçim sorunu gibi taşşaklı bi konu üzerine yapmaya karar vermiş ve henüz saat itibariyle ötesine geçememiş olmakla birlikte yine bugün teslim etmem gereken hikaye ödevim şu an bir boş küme işaretinden oluşmakta.
yarınki sunumumu da benim yerim yapmak isteyen olursa, bana buradan ulaşsın.

mutluluk

konser çok çok çok güzeldi blogk.
lie down in the light duruyor şimdi yatağımın üzerinde. pelin'in hediyesi.

mutluyum.

03 Mayıs 2009

BEKLEYİŞ

BEKLEYİŞ. Küçük gecikmelerin (randevu, telefon, mektup, dönüş) akışına göre, sevilen varlığın beklenişinin yarattığı kaygı kargaşası.

1. Bir geliş, bir dönüş, vadedilmiş bir gösterge bekliyorum. Anlamsız da olabilir, alabildiğine dokunaklı da olabilir: Erwarttung'da (Bekleyiş) , bir kadın gece ormanda sevgilisini bekler; ben bir telefon bekliyorum, ama bunalım aynı bunalım. Her şey tumturaklı: oran duygusu yok bende.

2. Bir bekleyiş sahnebetimi vardır: onu düzenlerim, işlerim, bir zaman dilimi kesip burada sevilen nesnenin yitimini oynar ve küçük bir yasın bütün etkilerini yaratırım. Demek bu iş bir tiyatro oyunu gibi oynanır.
Dekor bir kahvenin içini canlandırmaktadır; randevumuz var, bekliyorum. Prolog'ta oyunun tek oyuncusu olarak (nedeni açık), ötekinin geciktiğini görür, saptarım; bu gecikme henüz matematiksel bir kendiliktir, hesaba vurulabilir (birkaç kez saatime bakarım); Prolog düşüncesiz bir kararla sona erer; kaygılanmaya karar verir, bekleyiş bunalımını başlatırım. O zaman birinci perde başlar, kestirimlerle doludur: ya saat konusunda, ya yer konusunda bir yanlış anlama varsa? Randevunun verildiği, kararın verildiği dakikayı anımsamaya çalışırım. Ne yapmalı (davranış bunalımı)? Kahve mi değiştirmeli? Telefon mu etmeli? Ama ya öteki bu yokluklar sırasında gelirse? Beni görmeyince gidebilir vb. İkinci perde öfke perdesidir; burda olmayana şiddetli serzenişler yöneltirim: "Ne de olsa bana bir..", "Çok iyi bilir ki.." Ah! burada olsaydı da burada olmamasını başına kakabilseydim! Üçüncü perdede, salt bunalıma ulaşırım: bırakılmışlığın bunalımına: bir saniyede yokluktan ölüme geçmişimdir: öteki ölmüş gibidir: yasın patlaması: içimde mosmor'um. Oyun budur, ötekinin gelmesiyle kısalabilir; I.'de gelirse, karşılama sakindir; II.'de gelirse "kavga" çıkar; III.'de gelirse, minnet duyulur, yücelik edimidir: derin derin soluk alırım, yer altından çıkıp da yaşamı, güllerin kokusunu yeniden bulan Pelléas gibi.

(Bekleme bunalımı sürekli şiddetli değildir; donuk anları da olur; beklerim ve bekleyişim çerçevesinde her şey gerçekdışılığa düşer; bu kahvede, içeriye giren, gevezelik eden, şakalaşan, rahat rahat bir şeyler okuyan ötekilere bakarım: onlar beklemiyorlar.)

3. Bekleyiş bir büyüdür: kımıldamama emri almışım. Bir telefon beklemek sonsuza, söylenmeze dek küçük yasaklarla örülüdür: odadan çıkamam, tuvalete gidemem, hatta telefon edemem (meşgul etmemek için); bana telefon edilmesi de canımı sıkar (aynı nedenle); şu saatte çıkmam gerektiğini düşününce deliye dönerim: iyilik getiren çağrıyı, Annenin dönüşünü kaçırma tehlikesi vardır. Beni zorlayan bütün bu sapmalar bekleyiş açısından yitirilmiş anlar, bunalım lekeleri olur. Çünkü arı bekleyiş bunalımı hiçbir şey yapmadan telefonun başında bir koltukta oturmamı ister.

4. Beklediğim varlık gerçek değil. Bebeğin ana memesini yaratması gibi, "sevme yeteneğimden, ona duyduğum gereksinimden yola çıkarak durmamacasına yeniden yaratırım onu" : öteki kendisini beklediğim yere, kendisini yarattığım yere gelir. Gelmezse sanrısallaştırırım onu: bekleyiş bir sayıklamadır. Gene telefon: her çalışında, çabucak açarım, arayan sevilen kişidir sanırım (beni araması gerektiğine göre); bir ufak çaba daha: sesini "tanırım" konuşmaya girişirim, beni sayıklamamdan uyandıran "münasebetsiz"e kızıp köpürmek pahasına. Böylece, kahvede, kapıdan giren her insan, ilk anda, en ufak görünüş benzerliğiyle, tanınır. Ve aşk ilişkisi yatıştıktan uzun zaman sonra bile, sevmiş olduğum kişiyi sanrısallaştırma alışkanlığımı hep sürdürürüm: bazı bazı geciken bir telefon gene bunaltır beni ve telefon eden her kişide bir zamanlar sevdiğim sesi tanır gibi olurum: kesilmiş bir bacağın sızısını hala duyan bir sakatım ben.

5. "Aşık mıyım? - Evet beklediğime göre." Öteki hiç mi hiç beklemez. Bazı bazı beklemeyen kişiyi oynamak isterim, başka bir yerde oyalanmayı, geç gelmeyi denerim; ama her zaman yenilirim bu oyunda: ne yaparsam yapayım, boşuna, tam zamanında, hatta saatinden önce, orada olurum. Aşığın kaçınılmaz kimliği yalnızca budur: ben bekleyenim.

(Geçişimde, insan hep bekler - hekimin, profesörün, laboratuarın kapısında. Dahası var: bir banka gişesinde, bir uçağın kalkış yerinde bekliyorsam, memurla, hostesle, saldırganca bir bağ kurarım hemen, ilgisizlikleri bağımlılığımı ortaya çıkarıp kışkırtır: böylece, bekleyişin olduğu her yerde geçişimin de olduğu söylenebilir: bölünen ve kendini vermekte geciken bir burdalığa bağlıyımdır - sanki isteğimi geçirmek, gereksinimimi aşındırmak söz konusuymuş gibi. Bekletmek: her iktidarın sürekli ayrıcalığı, "insanın bin yıllık eğlencesi.")

6. Bir yüksek görevli bir yüksek yosmaya tutkunmuş. Kadın "Yüz gece boyunca bahçemde, penceremin altında bir tabureye oturup beni beklersen, senin olurum," demiş. Doksan dokuzuncu gece, yüksek görevli oturduğu yerden kalmış, taburesini koltuğunun altına alıp gitmiş.

Roland Barthes

a-a-a-a-a-a-a-a-ağğ

bir pazar öğleden sonrası. ama benim için sabahı. çünkü yarım saat önce ancak uyanabildim. kahve içiyorum. yarına teslim etmem gereken ve bir satır bile yazmaya başlamadığım iki adet ödevim var ve ben gözlerimi ovuşturuyorum. akşama da bonnie prince billy konseri var ve evet gidiyorum ve evet pişman değilim hakim bey yine olsa yine yaparım. ayrıca pisim. bayaa. ama kırmızı da ojeliyim bir yandan. robert pattinson dinliyorum, bu kadar güzel olmamalıydı. daha kahvaltı yapmadım.
dün de merüçteydik merveylen. çooook güzeldi, merüç beni evlat edinsin ya da benim olsun, o kadar seviyorum.

01 Mayıs 2009

3 sene öncesinden not

"Neyse ki, ayın aydınlık yüzü çabucak sıkılırmış oyun arkadaşlarından. Gördüğü her sureti iki nefeste siler, bulduğu her muhabbeti tek yudumda içer, kurduğu her dostluğun dibine tez vakitte darı ekermiş. Hiç kimse yeterince acayip, hiçbir hikaye yeterince şairane değilmiş. Gene de vazgeçemezmiş insanlardan. Korkarmış çünkü, ölesiye korkarmış yalnız kalmaktan, ağlarken tek başına olmaktan."

"iyi"