26 Ekim 2010

24 Ekim 2010


Dünya'yı gezmenizle alakalı olarak, en çok Paris 'i sevdiğinizi söylemişsiniz, "Emeklilik projelerimden bir tanesi 35-40 m2'lik bir evde oturup yazmak" demişsiniz.

Onu söylediğimde bekârdım ama, o yalnızlık düşüydü, (gülerek) şimdi metrekareyi biraz büyüttük. Gene emeklilik yıllarımda, kızım da üniversite çağındayken, belki dışarıda okur bilmiyorum, Paris'in kırsalında bir sessizlikte olmayı, eşimle beraber, arkadaşlarımla beraber. Onları da kandırırım, "Orkestra kuramadık bari şu tatil köyünü yapalım" diye. (Gülüyor) Ya ben hep insanları böyle "Hadi lan şunu yapalım, bunu yapalım" gibi faydalı şeylere zorladım ama insanlar o kadar faydalı şeyler üretmek ya da sürekli onun içinde olmak fikrine; ne bileyim yemiyor galiba. Birileri bana "Sigarayı bırakmak lazım" demişti, Murat Belge'nin de bir röportajını okumuştum, sigarayı bırakırken şey demiş "Yeterince içtin mi? Evet. Ye­terince yaşadın mı? Hayır!". Dedim, 25 yıldır içiyorum, hem de Gitane içiyorum fosur fosur. Tamam dedim, tak bırakıyorum! Arkadaşlarım "Harika Celal! Biz de bırakacağız!", şu, bu... Şimdi fosur fosur içiyorlar, ben bırak­tım 2 senedir, ya bir yalnızlık filan. Yani iyi bir şey yapıyorsun ama her iyi ve faydalı şey, her emek gerektiren şey seni biraz daha yalnızlaştırıyor garip bir şekilde. O, çok enteresan bir şey. Mutsuzluk daha kalabalık, başarısızlık daha kalabalık, saçmalık daha kalabalık gruplarca yaşanıyor. Yani başarı, mutluluk, doğru düzgün dü­şünmek, çaba göstermek, uğraşmak ve bilmem ne tepelere doğru, bunlar mutlu tepeler, bana öyle öğrettiler, yalnızlaşıyor insan. "Abi çok iyi yaptın ama sigarayı bırakmakla" diyorlar.(Gülüyor) Ya da diyorlar ki "Çok güzel okuyorsun, ben otobüste okuyamıyorum, işte gözüme şey oluyor", "Abi bu kalabalıkta nasıl okuyorsun?". E nerde okuyorsun, dedim ya­ni, mezarda mı? Yani nasıl bahaneler­le yaşıyorlar, e i.... okumuyorum de o zaman. Yani kimse klasik müzik din­lemiyor "Ah Celal, sen herhalde çocu­ğuna Mozart dinletiyorsundur", ulan biz dinliyoruz, o da dinliyor. (Güle­rek) Burada şey yapıyorlar farkında değiller, "Çocuğum benim gibi olma­sın" diyorlar yani, "Ben K... TV'den geri zekalı bir şeyler dinliyorum ama çocuğuma faydalıymış, zekası gelir­miş" falan...
Bu orta sınıf saçmalığından iğreniyo­rum yani.(gülüyor) Çok korkunç bir şey var, faydalı şeyleri yapamama ama faydasına inanma geri zekalılığı gibi.

- C. K. K. 

23 Ekim 2010

s 101: listeler

hakkımda çok sevdiklerimin bile bilmediği, benim de yeni farkettiğim bir şey bu liste sevgisi blogk. dün egem peyote'de "bolahenk için bir 'biz kimiz?' konu başlıklı bir şey yazsak mı?" deyince bunu bi yerlere yazasım geldi.
benim aklımın bir köşesinde hep bir şeylerle ilgili bir liste vardır, tekrar izlenecekler / dinlenecekler listesi, en sevilenler listesi, dönüp tekrar okunacak kitaplar listesi, e-kitap* olarak okunup da çok sevildiği için alınacak kitaplar listesi, bi yerde / birinde görüp de sevilmiş yapılacak takılar listesi, tabi ki alınacak albümler listesi, bir iş-konu ile ilgili "tam" olması için sırasıyla da olmasa yapılması gerekenler listesi, para olunca alınacak kıyafet, ayakkabı, makyaj malzemesi listesi. ah biri bana şunu alsa listesi. sene/ay/gün bitmeden yapılacaklar listesi, hakkında daha fazla bilinmesi gereken insanlar listesi..daha da var da eminim unutuyorum. last fm, goodreads gibi siteleri de sırf bu sevdadan kullanıyorum gibi geliyor bazen hatta.
listenin kendisi kulağa çok kontrollü, hatta control freak-sel bir alışkanlık gibi gelse de benim için ondan ziyade "unutmamak için" işlevsel bir araç ve yapmak / başarmak istediklerimi bir adım daha gerçek kılan bir şey.

* ehehea.

19 Ekim 2010

...Ve işte karşınızdayım

Bir çocuğun kalbi çarpmaya başlayınca, hangi rastlantıyla olursa olsun, işte o tehlikeli saplantı sonradan aşk olur. Yalnız kaldığınız anlarda, karanlıkta, sessizlikte ve rüyaların içinde kendine bir yer açar ve yıllar sonra yaşanacak hayatın önceden konmuş ismi haline gelir.

İlkokuldaydım. Annemlerle her hafta sonu tiyatroya giderdik. "Büyüme çağında" olduğum için sırtımdaki palto başkasının abimin gibi dururdu üstümde. Kollarını kıvırırdım ellerim görünsün diye. Neden bilmem, yakın zamana kadar bir boy büyük kostümler alıp giydim. Terziler o payı hep bırakırlar ya... "Hani ihtiyaten..." Kat kat kazaklar içimde, kaşkol, eldiven, kasket... Fuayede beni soyarlarken ter içinde kalmıştım zil çaldı. Apar topar salona girdik. Yerimiz önlerde... Altıma paltomu sıkıştırdı annem. Yükseldim. Artık deli gibi bekliyorum, kırmızı perde açılsın... Başlasınlar... (Tiyatroya ve yolculuğa gideceğimiz zaman, bir önceki gece katiyen uyuyamazdım.) Nisa Serezli... "Cennetlik Kaynana" rolünde... Herkes gülüyor. Nefis bir komedi... Hayata benzemiyor. Hızlı, rengarenk, tatlı bir kadın. Kırıp geçiriyor hepimizi... Gülmeye başladım.
    
Biraz sonra insanlar sustu. Ben hâlâ boğuluyorum gülmekten. Annem dürttü. "Sus, yeter. Oğlum dur..." Olmuyor. Gözlerimden yaşlar boşandıkça kıkırdıyorum. Derken sahnede de bir tuhaflık oldu. Oyun durdu. Nisa Hanım öne kadar geldi. Biz de neredeyse dibindeyiz. Bana dönüp "Sen ne şeker bi' şeysin bakiim..." dedi. Sevdi sandım. Sonra yeniden devam ettiler. Birinci perdenin sonunda bizimkiler beni eve götürdüler. Rezil olmuşuz. Bu sonmuş. Aşkolsunmuş. Bir daha zinharmış. Daha o yıllarda tiyatro yasaklanmıştı bana. Ama olan oldu o gün. Bir çocuğun kalbi çarpmaya başlayınca, hangi rastlantıyla olursa olsun, işte o tehlikeli saplantı sonradan aşk olur. Yalnız kaldığınız anlarda, karanlıkta, sessizlikte ve rüyaların içinde kendine bir yer açar ve yıllar sonra yaşanacak hayatın önceden konmuş ismi haline gelir. Tiyatro kelime olarak bile kafamın içinden geçince içim kıpır kıpır oluyordu. Evin içinde annemlere yaptığım komiklikleri, Erol Büyükburç taklitlerini, kurduğum o tuhaf hayalleri sahnede seyirciye, karşımda her gece sus pus oturacak olan o kalabalığa yapmak fikrine kapılmıştım bir kere.Okuma bayramındaki gösteriye katılmak için parmak kaldırdım, gönüllü oldum. Sınıfta beyaz kurdeleyi ilk takan ben olduğum için, yani hızlı okuma birincisi olduğumdan öğretmen, peki yavrum, dedi. Herkes küçük efe olacaktı önce, sonra kendi isminin baş harfiyle ilgili küçük bir şiir benimki "Ceviz" oldu ve en sonunda da ezberden bir şiir okuyacaktık. Annemle cumartesi günü bana kostüm almak için çarşıya çıktık.

Küçük efe kıyafeti, üstünde kırmızı yeşil plastik taşların olduğu, altın sarısı bir bıçak ve son solo şiirim için şemsiye, yağmurluk, çizme, sonra onlara uygun bir kasket ve atkı alındı. Şiirimin adı da "Yağmur"du zaten. Daha ilk günden ezberledim, sular seller gibi... Durmadan tekrarlıyordum. Provalar bitti, okuma bayramında biz Şişli On Dokuz Mayıs İlkokulu birinci sınıf öğrencileri sahneye çıktık, fotoğraflar çekildi, annemler alkışladı hepimizi. Efeler olarak çıktık, siyah önlüklerle yeniden gelip şiirlerimizi okuduk, "Ceviz" engelini problemsiz geçtim. İçeri girince bir ara perdenin arasından yarısı karanlık olan salona baktım. O sırada Ece bağıra çağıra tek kişilik şiirini okuyordu. Bana bir şeyler oldu, korktum, sonra heyecanlandım, titremeye başladım. Derken öğretmen "Hadi yavrum, sıra sende" deyince "Yapamayacağım" dedim. Annemi çağırdılar, o geldi, ağlamaya başladım. "Yağmur"u falan unuttum, elimde şemsiyeyle kalakaldım. Yapıştım siyah fon perdesine, "Çıkmıycam işte" diye. Beni atladılar, en sonunda "İster misin" diye sordular, "Eve gidelim n'oolur" diye bir daha zırlamaya başladım. Selamda da yoktum. O gün tiyatroya tövbe ettim. Sonraki senelerde ne zaman bir oyun seyretsem oyuncuların korkudan öldüklerini, ama buna rağmen rollerini sürdürdüklerini düşündüm. Lisede açıldım ama... Bir piyes yazdım. Rol dağılımını yaptım, en komik rolü kaptım, sahneye koydum, takılanların, kaçanların yerine çıktım, sınıfı gülmekten kırdım. Görgüsüz Almancı rolü, müsamere hayatımın başlangıcı oldu. Kan ter içinde, abartarak, kendimizden geçerek oynadığımız o piyes, ne zaman televizyonda berbat bir dizi seyretsem aklıma gelir.
    
Sonra İTÜ'de her tür sosyal etkinliği gerçekleştiren bir grubun parçası oldum. Pano çıkarmak, dergi hayalleri kurmak, geziler düzenlemek, kantin sohbetlerini gecelere, çay bahçelerine uzatmak ve deliler gibi okumak derken, bir tiyatro grubu da olmaya (!) karar verdik. Genç Oyuncular dedik kendimize; ve bize oyunculuk öğretsin diye Zafer Abi'ye gittik. Çok uğraştı bizimle. Stanislavski egzersizleri yaptık, diksiyon, vücut falan çalıştık. Makine Fakültesi'ndeki dersler bir yanda, Çehov'un Sevgili Doktor'u bir yanda, kafamız iyice karıştı: Dram Sanatı, tiyatro akımları, termodinamik, Brecht, Lucas, Marx, makine elemanları, aşk ıstırapları, feci şiirler, Heybeliada'nın ıssız yerlerinde yapılan provalar, gitar çalanların önceliği, alttan dersler, ileri teknikle geceler boyu yazılan kopyalar, fotokopiler, Köprüaltı hararetleri, tartışmalar... Her türden varoluş zonklaması aynı zamana denk geldi. Saatler uçup gidiyordu. Arkadaşlar okulun sonuna doğru yeni bir üniversite daha okumaya karar verdiler.

Boğaziçi Tarih, ODTÜ Felsefe, siyaset mastırı ya da İTÜ'yü uzatıp eve kapanıp romanlara gömülmek...

Sonuçta bazılarımız için "Mak. Müh." olmamak ihtimali belirdi. Değişik hayaller, değişik hayatlar seçmemizi sağladı. On yedi yaşımızda kazandığımız ilk tercihimizi bırakıp yalnız aptallar fikir değiştirmez yirmi bir yaşımızda gerçekten ne olmak istiyorsak onu olmaya karar verdik. Ben kendimi konservatuvarın kapısında buldum. Sınava iki parça, bir de şiir istiyorlardı. Shakespeare'den Macbeth, Tennessee Wİlliams'dan Tom, Atilla İlhan'dan Üçüncü Şahsın Şiiri... Yaz tatilinde ailemden gizli çalıştım.
    
Sınav günü geldi, sabah erken Kadıköy'e okula gittim, bekledim, çay üstüne çay, sigara üstüne sigara içtim heyecanımı bastırmak için, durmadan volta attım balıkçıların önünde. Kapıda bekleyen, üst sınıflardan bir öğrenci adımı numaramı söyleyince uçarak girdim içeri.

Uzun bir masanın, yani yan yana konmuş dört normal masanın gerisinde jüri: hepsi orada, gözler üstümde. Yıldız Kenter, Haldun Dormen, Ahmet Levendoğlu, Engin Uludağ, Müjdat Gezen, Mehmet Birkiye, Suat Özturna. Yıldız Hoca, İTÜ'yü bırakacağımı söylediğimde "Ya kazanamazsam.." dedi. İşte o an beynimde şimşekler çaktı, bir kuvvet geldi, sonradan ne zaman sahneye çıksam hep hissedeceğim o titremeyle beraber aldığım upuzun nefesi çektim içime ve "Kazanacağım" dedim. Saatler durdu. Oynadım. Hemen kesti Yıldız Hanım. Piyanoda ses. Gülümseyen yüzler. Yutkunamıyorum bile. Dört dakika. Çıktım. Kapıdan dinleyenler, "Tamam," dediler, "seni alırlar." Sahiden ilk sınavı geçtim. İkincide rahattım, hocalar da rahattı, konuştuk. Bana tiyatroyla ilgili neler okuduğumu sordular, "Türkçede yazılmış her şey" dedim. "Bu yıl kaç oyun seyrettin" dediler, saydım, otuz civarında kestiler. Parçalarımı oynatmadılar bile. Sonraki günler uyuyamadım. Yaklaşık dört yüz kişinin girdiği sınavda dört kişi aldılar o yıl. Birkaç gün sonra sarı bir kağıdın üzerinde kapının camına yapıştırılmış adımı okudum. Kimseyi tanımadığım için belli edemedim sevincimi. Listeye bakan kalabalığın arasından sıyrılıp koşmaya başladım. Mutluluktan ağlayarak koştum; sahnede duran saatler yılların içinde nasıl koşarsa...

...Ve işte karşınızdayım.


- Celal Kadri Kınoğlu

10 Ekim 2010

özledim,

08 Ekim 2010

blue valentine

02 Ekim 2010

marilyn

“Why do I feel this torture?” she scribbled in a diary in 1955. “Or why is it that I feel less human than the others (always felt in a certain way that I am subhuman, why in other words, I am the worst, why?) Even physically, I have always been sure that something was not right with me.”

Monroe’s mental turmoil and literary aspirations are well-known. But her own vivid accounts of her inner life, from teenage years to a time close to her death, bring home how far the real woman was from the dumb blond she portrayed in her films.

Her private writings, to be published for the first time, also show the late star to have been an avid reader who quotes John Milton and Sigmund Freud as she despairs over her loneliness.

The actress’s voice comes over clearly in "Fragments", a collection of notes, letters and poems that were left to Lee Strasberg, her acting guru, on her death in Los Angeles in 1962 at the age of 36.

In 1958, under psychoanalysis and after the failure of her marriage to Arthur Miller, the playwright, she writes: “Help, help, help. I feel life approaching when all that I want is to die.” Miller is the only person in her life she trusted as much as herself, she confides in her notebook.

In another undated fragment, she describes her desperation on a film set. “I am tired. I am searching for a way to play this role. My whole life has always depressed me. How can I play such a gay girl, young and full of hope?”

As a rising star in the early 1950s, she wrote verses about her solitude. “I am alone. I am always alone, whatever happens . . . ” In another poem, she writes: “How I would like to be dead, absolutely non-existent.

In 1961, Monroe wrote to Ralph Greenson, her psychoanalyst, that she had been reading the correspondence of Freud and finds him depressing. She also described how, in the clinic, she smashed a chair against a window and threatened to cut her wrists.

The following year, Monroe was found dead at home from an overdose of barbiturates. A coroner decided that her death was probably suicide.