30 Ağustos 2010

you don't even go here ?!


Crying Girl: [reading from paper] I wish we could all get along like we used to in middle school... I wish I could bake a cake filled with rainbows and smiles and everyone would eat and be happy...
[about to cry]
Damian: [shouting from back] She doesn't even go here!
Ms. Norbury: Do you even go to this school?
Crying Girl: No... I just have a lot of feelings...
Ms. Norbury: Ok go home...
[girl walks off stage]
Ms. Norbury: Next!

federaller

esra'yla buluşmuşuz sonunda, birlikte yürüyoruz eminönü'ne benzer bir yerde. tabi ki her seferinde olduğu gibi oraya nasıl geldiğimizi hatırlamıyorum ama o an hatırlıyordum. her neyse, denizin üzerinde, iskele gibi bişeye işaret ediyor esra, "bunun üzerinde yürüyelim mi?" diyor. ben çok hevesli değilim, çünkü iskele bildiğin sallanıyor; ama yine de "olur" diyorum. yürümeye başlıyoruz kenarları duvarlarla örülü iskelenin üstünde, önümüzde de yürüyen başkaları var. geçit gibi bir nevi yani. birden iskele sallanmaya başlıyor, esra'yla beraber yalpalıyoruz ama üzerinde yürümeye devam ediyoruz. sonra büyük bir dalga geliyor sanırım çünkü iskele yerle hiç bağlantısı yok gibi tepetaklak oluyor ve tersi dönmüş bir şekilde su yüzeyinde kalıyor. esra'yla ben de denize düşüyoruz tabi, ben korkuyorum ama ikimiz de çığlık filan atmıyoruz, ben iskeleye tutunup çıkıyorum, esra ortalarda yok. çıktığımda sırılsıklam olmadığımı sadece hırkamın ıslandığını farkediyorum. iskeleye yakın bir restoran görüyorum, restoran da değil daha çok esnaf lokantası gibi. oraya yürüyorum esra'nın orada olacağından emin bir şekilde. lokantanın dışında da masalar var, o masalarda da oturan insanlar. bir masada oturan 3 elemandan biri beni bi süzüyor, "bi dakka ya, sibel sen misin?" diyor. ben afallıyorum, elemanın yüzü tanıdık ama çıkaramıyorum. "evet" diyorum, eleman da ismini söylüyor, şimdi hatırlamıyorum. "ilkokuldan" diyor. hah, "ben de onur diyecektim, ne kadar çok benziyorsun onur'a" diyorum. ve o an farkediyorum eleman hakkaten ilkokuldan arkadaşım onur'un kopyası. o da gülüyor, "yok sadece benziyoruz" diyor, anlatıyor bir şeyler. diğer iki eleman da okuldan arkadaşımmış, konuşuyoruz. ben diyorum biladerler kalırdım ama arkadaşa bakıcaktım ben diye. sonra lokantaya giriyorum, esra hakkaten lokantanın arka tarafında oturmuş elinde saç kurutma makinesi kıyafetlerini kurutuyor. ikimizde de yolda düşmüşüz, ya da yağmura yakalanmışız gibi bi hava var, öylesine rahatız yani. ben de hırkamı filan kurutuyorum bi yandan lokantanın sahibi olan kel göbekli, göbeğinin altında kemerli amcalar kötü kötü bakıyolar bize. biz de "elimizi çabuk tutalım bari" oluyoruz. sonra da lokantadaki masalardan birine oturup yemek yiyoruz. ama hala huzursuz bir hava var nedense bize gıcık lokanta amcaları yüzünden. sonra film kopuyor, bu sefer şima'yla taksideyiz, yine ikimizde de bi haller var. yağmur yağıyor bi yandan da. şima "bize gidelim ama ... uğradıktan sonra" diyor. böyle üstü alter kıyafet & aksesuar mağazası altı depomsu bi yere gidiyoruz. oradaki kötü adamlarla bi piroplemimiz oluyo, buralar biraz karışık, hatırlamıyorum ama. paramızı mı artık alacağımızı mı neyse alıp çıkıyoruz, yine taksiye atlıyoruz. şima "artık bize gidemeyiz, evin nerede olduğunu biliyorlar" diyor, ben "bize de gidemeyiz orayı zaten biliyorlar" diyorum. evdekiler için dertleniyorum acaba onlara bişeyler yaparlar mı diye. sonra yine film kopuyor, şimalardayız, onlara henüz gelmemişler. sonra bizdeyiz, benim kıyafetleri alıyoruz acele acele. sonra yine taksiye atlıyoruz. gidecek yer bulamadan uyandım.

27 Ağustos 2010

25 Ağustos 2010

hatıra kutusu



pelin'in taa kaç zaman önce gönderttiği, benim de beyenip "yapayım ben bunu yahu bi ara.." dediğim üstteki pano için şarap mantarlarımı sakladığım hatıra kutumu açtım demin. hepimizin vardır mutlaka böyle bişeyi, kutu olmasa da çekmece, dolabın bi köşesi, mektup kutusu vs gibi mutlaka. benimki irem'in kaaç sene önce içine doğumgünü hediyemi koyup gönderttiği çok güzel bi kutu, açıp kapamaktan kenarları biraz eğri büğrü olmuş. içinden neler neler çıktı tabi ki, biriktirmekten açıp bakmaya vaktim olmamış, ya da "nasıl olsa koyan benim, içinde ne var biliyoruz herhalde" hissiyatıyla tenezzül etmemişim. böyle eski günlüklerim (ofişıli 3 günlüğüm var, 5, 6-7 ve 8. sınıftan kalma :) ) özellikle çok komikler. mesela 5. sınıftayken pıtırcık olduğumu sanıyormuşum ben:

"İlk derste öğretmen sınıfa girer girmez kim anlatma yapacak dedi. Ben parmağımı kaldırdım. (Başka arkadaşlar da tabi) Öğretmen Onur'u kaldırdı. Ama o parmak kaldırmamıştı. Bu haksızlıktı." bunun tarihi de 07.10.1997 bu arada. şahane değil mi?


sonracığıma, hatıra defterim var bir tane, mani mi istersin, akrostij mi maşallah hepsi var. babama, komşu kızı gülsün ablaya sayfa ayırmışım ama yazdırmamışım. yazdırasım geldi, size de yazdırayım bi ara ister misiniz? defter tabi evlere şenlik, yazıları da okuruz hayatımıza iki heyecan gelir. yine irem'den gelen çok şahane iki defter var bi de. bi tanesi looney tunes kaplı, çok şirin, ilk sayfasında sücan, sütaş gibi bana ithafen yazılmış laflar var, 2003 tarihli. hatta 14.12.2003. diğeri de yine 2003, irem'in istanbul-çeşme-bozcaada tatil maceraları, beyle bikinili küşüklük fotosu, benim ilk ingilizce şarkı sözü yazma girişimim (irem'e yazıp mesac attıydım), eştın kaçır yapışkanı, orhan veli'nin "robinson" isimli şiiri, ve daha bi sürü zırtapoz şey..
sonraaa..böyle bi sürü film, sergi, konser bileti, katologumsu şeyler, avni lifij'in şu portresi:
ilkokul sınıfımın öğrenci listesi, görevli olduğum, çalıştığım, katıldığım her türlü zımbırtının isim kartı, pelin'in sevgililer gününde gönderttiği çiçeklerin kartları :D derste sıkılıp çizip yolladığı kalpler, egem'in doğumgünü hediyemin içine yazdığı bi yazı. üniversite 1. sınıf ders programım, bunalım vakitlerimde kağıtlara yazdığım günlüğümsü yazılar, edinburgh'da barselona'da elimden geldiğince yazdığım bir sürü şey..yaz okulu için edinburgh'da okuduğum crossing the river'dan şu alıntı:

"She looked at the palms of her hands where the darker skin now blended into the lighter, and she wondered if freedom was more important than love, and indeed if love was at all possible without somebody taking it from her."

küçücük bir kese içinde sakladığım 5. sınıf sınıfımızdan küçücük bir tebeşir, besni'den üzerine nedense küçük göz yaşları çizip yine taaa kaç sene önce aldığım minicik bir taş. böle en dipte de irem'in çanakkale'nin aynalı pazar isimli gazetesinde yazdığı müzik sayfaları ve tabi ki aslan burcu ile ilgili küçük bi kitapçık :)

ve saklamaya değer bulduğum daha bi sürü şey :)
yalnız şöyle bi şikayetim var: neden artık sinema biletleri eskisi gibi bilet şeklinde değil? fiş mi saklayacak şimdi benim gibi kutu severler yani? yetkililere arz ederim :p
bi de işe yarar 8 şarap mantarı çıktı kutudan, iki tane de plastik cumartesi mantarı var ama onları saymıyorum. ne yani 10 şişelik mi mantar birikmiş bunca vakittir şimdi? bu konuda bişey yapmak lazım a dostlar :)

23 Ağustos 2010

Mixtape II: Here Sometimes



[01] Arcade Fire - Ready to Start
[02] Memory Tapes - Green Knight
[03] Fleetwood Mac - The Chain
[04] Bat for Lashes - Good Love
[05] Polly Paulusma - This One I Made for You
[06] Broken Bells - Vaporize
[07] Britney Spears - Unusual You
[08] Herman Düne - My Best Kiss
[09] Blonde Redhead - Here Sometimes

indirt / download
http://www.mediafire.com/?hylayhocydon342

08 Ağustos 2010

kralın boynuzları

çook uzun zaman önce sanırım bir masal kitabında okumuştum. ülkelerin birinin kralının boynuzları varmış, ancak bunu herkesten, hatta karısından bile bir sır olarak saklıyormuş. zaten sürekli tacıyla dolaştığından boynuzlarını da kimse görmüyormuş. bir gün hizmetkarlardan biri kralın odasına kapıyı çalmadan girme gafletinde bulunmuş ve kralı taçsız görmüş. kral bin tehdit savurmuş, "boynuzlarım olduğunu kimseye anlatacak olursan kelleni gitti bil" demiş. hizmetkar yalvarmış yakarmış bin söz vermiş, kral da bunu bağışlamış. ancak hizmetkar bu sırrı taşımayamamış, canından olmaktan da korktuğundan boş bir tarlaya bir çukur kazmış, çukura inip avazı çıktığı kadar bağırmış "kralın boynuzları vaar! kralın boynuzları vaaar!" diye. sonra da içi rahatlamış bir şekilde çıkmış çukurdan, almış küreğini doldurmuş çukuru tekrardan. mevsimler geçmiş, çukurun üstünde çiçekler bitmiş ve o tarladan rüzgar estikçe sallanan çiçekler "kralın boynuzları vaar!" diye bağırmaya başlamışlar. sonunda da kralın boynuzları olduğunu tüm ülke öğrenmiş ve kral "kimseye söylemedim kralım" diye yalvaran hizmetkarın gözünün yaşına bu kez bakmamış, bir daha da kimse kralın boynuzları konusunda ağzını açmamış.

kıssadan hisse yapmayayım amma velakin, şu sırrımı tutasın istiyorum blogk. duyulursa kellem gitmez ama işte duyulmadan kendi aramızda gülelim olur mu? kuzenime ait alttaki.

ve for the record: kuzenimi severim, ona göre.



05 Ağustos 2010

bugün güzel bi hisle uyandım,