30 Ekim 2011

Bir Fotoğrafçının Serüveni

Baharla birlikte, pazar günleri yüz binlerce kentli omuzlarına asılı kutularla evlerinden çıkarlar. Fotoğraf çekerler. Çantaları dolu avcılar gibi mutlu döner, günlerini fotoğraflarının banyo edilmesini beklemenin tatlı heyecanı içinde geçirirler (bazıları buna, aile bireylerinin girmesi yasak, yakıcı asit kokulu karanlık odalarda simyasal işlemlerin ince keyfini de eklerler), ancak fotoğraflar gözlerinin önüne gelince geçirdikleri günü elle tutulur bir biçimde yaşamış olurlar, ancak o zaman, o dağ çavlanı, kovalı çocuğun o adımı, karısının bacakları üstündeki o güneş yansıması, yaşanmışın, artık kuşku duyulamayacak olanın geri alınamazlığına bürünürler. Gerisi anıların güvenilmez gölgesinde boğulur. Fotoğrafçı olmayan Antonino Paraggi, dostları, iş arkadaşlarıyla birlikte olduğunda, artan bir yalnızlığa gömülüyordu. Her hafta, bir diyaframın duyarlığını övenlerin ya da din sayısını tartışanların konuşmalarına, daha düne kadar, böylesine az ilgi çekici, böylesine yenilikten yoksun bir etkinliği alaya alışını paylaştığından kuşku duymadığı birinin sesinin de katıldığını keşfediyordu.
Antonino Paraggi'nin işi, üretici bir işletmenin dağıtım bölümünde yöneticilikti, ama asıl tutkusu arkadaşlarıyla birlikte irili ufaklı olayları yorumlamak, özel düğümleri çözerek genel sonuçlara ulaşmaktı; kısacası, zihinsel yatkınlık açısından, bir düşünürdü, deneyimlerinin çok ötelerinde kalan olayları bile kendine açıklayabilmek için kılı kırk yarardı. Şu ara, fotoğrafçı insanın özündeki bir şeyi, yeni yandaşların objektif amatörlerinin bayrağı altında toplanmalarını sağlayan gizli çağrıyı kavrayamadığını hissediyordu, bir bölümü teknik ve sanatsal becerilerindeki gelişmeyle övünüyor, bir bölümü ise tersine bütün ustalığı satın aldıkları makinenin iyi olmasına bağlıyordu, (dediklerine göre) makine hep başyapıtlar çekiyordu, beceriksiz ellerde bile (kendi elleri de böyleydi, çünkü gurur mekanik düzeneklerin erdemlerini övmeye başlayınca, öznel yetenek küçültücü oranlara inmeyi kabulleniyordu). Antonino Paraggi, iki doyum nedeninin de kesin olmadığını anlıyordu: giz başka yerdeydi.
Fotoğrafçılıkta – kendini bir şeyden dışlanmış sayan biri gibi – bir hoşnutsuzluk nedeni aramasının, biraz da kendisini arkadaşlarından ayıran bir başka ve daha belirgin bir süreci dikkate almaktan kaçınmak için, Antonino'nun kendisiyle oynadığı bir oyun olduğunu söylemek gerekir. Olay, yaşıtlarının birer birer evlenip ev bark sahibi olmaları, Antonino'nun ise bekâr kalmasıydı. Bu iki olgu arasında da kuşku götürmeyen bir bağlantı vardı, çünkü çoğu kez objektif tutkusu, babalığın ikincil bir sonucu olarak doğal, neredeyse fizyolojik bir biçimde doğuyordu. Dünyaya bir çocuk getiren ana babaların ilk güdülerinden biri, çocuğun fotoğrafını çekmek oluyordu; büyümenin sürati nedeniyle sık sık fotoğraf çekmek gerekiyordu, çünkü hiçbir şey, çok geçmeden silinip yerini sekiz aylığa, sonra da bir yıllığa bırakacak olan, altı aylık bir çocuk gibi unutulmaya, anımsanmamaya elverişli değildi ve üç yaşındaki bir çocuğun ana babasının gözünde erişmiş olabileceği yetkinlik, yerini dört yaşın yeni yetkinliğinin alarak, onu yok etmesine engel değildi, fotoğraf albümü her biri kendi benzersiz kusursuzluğuna yönelik bütün bu geçici yetkinliklerin kurtuldukları yan yana geldikleri yer gibi oluyordu. Yeni ana babaların çocuklarını siyah-beyazın ya da renkli-diyapozitifin devinimsizliğine indirgemek için, bakaçtan çerçeveleme tutkusunda, fotoğrafçı da, çocuk sahibi de olmayan Antonino, her şeyden önce, bu kara kutuda kuluçkaya yatmış çılgınlığa doğru koşuşun bir evresini görüyordu. Ama resimlik-aile-çılgınlık bağlantısı konusundaki düşünceleri aceleci ve suskundu: öyle olmasa, aslında en büyük tehlike ile kendisinin, bekâr kalanın karşı karşıya olduğunu anlardı.


Antonino'nun arkadaş çevresinde hafta sonlarını bir arada kent dışında geçirme geleneği vardı, içlerinden çoğu için bu alışkanlık öğrencilik yıllarından beri sürüyordu, zamanla nişanlıları, sonra gelinleri, çocukları, dahası sütanneleri, dadıları, kimi kez de kaynanaları, kayınbabaları ve iki tarafın yeni arkadaşlarını kapsamıştı. Ama katılmaların, alışkanlıkların akışında hiçbir aksama olmadığına göre, Antonino yılların geçmesiyle hiçbir şeyin değişmediğini, bekâr olarak bir kendisinin kaldığı bu aileler topluluğunun, hâlâ bir zamanların delikanlılar, genç kızlar topluluğu olduğunu sanarak kandırabiliyordu kendini.
Dağ ve deniz gezilerinde, ailelerin ya da aileler arası grupların fotoğrafının çekileceği sırada, ayarı yapılmış, istenilen yöne çevrilmiş makinenin düğmesine basmak için, bir yabancının, sözgelimi oradan geçen birinin katkısına gereksinim duyulurdu. Bu durumlarda Antonino yardımını esirgemezdi; makineyi, koşup ikinci sıraya geçerek kafasını iki kafanın arasından uzatan ya da en küçüklerin yanına çömelen bir babanın ya da ananın elinden alırdı ve bütün gücünü kullanacağı parmağında yoğunlaştırarak, düğmeye bastırırdı. Önceleri kolunun gereksiz yere sertleşmesi bakacın yön değiştirerek teknelerin direklerinin, çan kulelerinin oklarının resme girmesine ya da dedelerin, amcaların kafalarının resmin dışında kalmasına yol açıyordu. Bilerek böyle yapmakla suçlandı, bu çirkin şaka nedeniyle eleştirildi. Doğru değildi oysa: amacı parmağını ortak istemin uysal bir aracı kılmaktı, ama aynı zamanda geçici ayrıcalıklı konumundan yararlanarak, fotoğraf çekenlerle fotoğrafı çekilenleri eylemlerinin anlamı konusunda uyarmaktı. Parmağının ucu, kimliginin ve kişiliğinin geri kalan bölümünden kopmak için gerekli koşula ulaşır ulaşmaz, artık toplu sahneleri çerçevelemeyi de başararak, kuramlarını gerekçeli konuşmalarla iletme özgürlüğüne kavuştu. (Raslantıya bağlı kimi başarılar, bakaçlarla, ışıkölçerlerle içli dışlı, senli benli olmasına yetmişti).
- ...Bir kez başladıktan sonra -diye ders veriyordu- durmanız için bir neden kalmaz artık. Bize güzel geldiği için fotoğrafı çekilen gerçeklikle, fotoğrafı çekildiği için bize güzel gelen gerçeklik arasındaki adım çok kısadır. Pierluca'nın kumda kale yaparken fotoğrafını çekerseniz, kale yıkıldığı için ağlarken, sonra da dadısı kumlarda bir deniz kabuklusunun kabuğunu bulup onu oyalamaya çalışırken fotoğrafını çekmemeniz için bir neden kalmaz. “A ne güzel, hemen fotoğrafını çekmeli bunun!" gibilerden bir şey demeye başlamanız, fotoğrafı çekilmeyen her şeyin yitip gittiğini düşünenlerle aynı çizgiye getiriverir sizi, fotoğrafı çekilmeyen sanki hiç var olmamıştır, bu nedenle gerçekten yaşamak için elden geldiğince çok fotoğraf çekmek gerekir, elden geldiğinca çok fotoğraf çekilebilmek için de: ya elden geldiğince çok fotoğraf çekilebilir bir dünyada yaşamak ya da kendi yaşamının her anının fotoğrafının çekilebilir olduğunu kabul etmek gerekir. İlk yol aptallığa, ikincisi ise deliliğe varır.
-Aptal da sensin, deli de sensin, üstelik kafa ütülüyorsun, diyorlardı arkadaşları.
-Gözlerinin önünde olup bitenleri kimin için derliyorsunuz, -diye açıklıyordu Antonino, artık kimse kendisini dinlemese de- tutarlı davranmanın tek yolu, sabah gözlerimizi açtıktan, akşam uyuyuncaya kadar, hiç değilse dakikada bir fotoğraf çekmekten geçer. Ancak böylelikle, etkilenen film makaraları, hiçbir şeyi dışarıda bırakmadan günlerimizin sadık bir güncesi olabilirler. Fotoğraf çekmeye başlayacak olsam, aklımı oynatmak pahasına da olsa, sonuna kadar bu yolda yürürüm. Siz ise hâlâ seçim yapmaktan söz ediyorsunuz. Hangi seçim? Doğayla, toplumla, ana babalarla sevgi, övgü, avuntu, barış doğrultusunda bir seçim. Sizinki yalnızca bir fotoğraf seçimi değil, dramatik çelişkileri, uzlaşmazlıkların düğümlerini, istemleri, tutkuları, karşıtlıkları, iğrençlikleri dışlamanıza yol açan bir yaşam seçimi. Bu yoldan çılgınlıktan kurtulabileceğini sanıyorsunuz, ama sıradanlaşıyor, aptallaşıyorsunuz.


Birinin eski baldızı Bice ile, bir başkasının eski sekreteri Lydia, dalgaların arasında top oynarken enstantane bir fotoğraflarını çekmesini istediler. Kabul etti, ama bu arada enstantaneye karşı bir kuram geliştirmiş olduğu için, iki arkadaşa, hemen bunu aktardı.
-Günün devingen sürekliliğinden, bir saniye kalınlığında bu zaman dilimini ayırmaya sizi iten ne, kızlar? Birbirinize topu atarken şimdiki zamanda yaşıyorsunuz, ama davranışlarınızın arasıra fotoğrafların belirlemeleri sızınca, sizi devindiren artık oyun keyfi değil, ileride kendinizi görebilme, yirmi yıl sonra sararmış (yeni saptama yöntemleri fotoğrafların bozulmadan kalmalarını sağlasalar da, duygusal olarak sararmış) bir kartonun üstünde kendinizi yeniden bulma keyfi oluyor. Yaşanandan derlenen doğal enstantane fotoğraf kendiliğindenliği öldürüyor, şimdiki zamanı uzaklaştırıyor. Fotoğrafı çekilen gerçeklik hemen nostaljik bir nitelik alıyor, zamanın kanadında uçup gitmiş bir sevinç, bir gün öncenin fotoğrafı bile olsa bir anma niteliği kazanıyor. Fotoğrafını çekmek için yaşadığınız yaşam da, başlangıçta kendi kendini anma töreni. Enstantaneyi poz verilmiş bir portreden daha gerçek saymak önyargı...
Bunları dedikten sonra Antonino, oyunun devinimlerini odaklamak, ışığın suyun üstüne vuran parıltılı yansımalarını çerçeveIemenin dışında bırakmak için, denizde iki kız arkadaşın çevresinde seke seke dönmeye başladı. Topu ele geçirmek için, suya batmış olan arkadaşının üstüne doğru atlayan Bice'yi, kıçı yakın planda yakaladı. Antonino bu kısa anı kaçırmamak için, makineyi havada tutarak: kendini sırtüstü suya atınca az kalsın boğulacaktı.
"Hepsi çok güzel, hele bu harika," diye yorumlar yaptılar birkaç gün sonra, fotoğrafları elden ele dolaştırarak. "Çok iyi çekiyorsun, başka fotoğraflarımızı da çek."
Antonino, on dokuzuncu yüzyılda olduğu gibi toplumsal konumlarını ve niteliklerini belirten duruşlarla poz vermiş insanların fotoğraflarına dönülmesi gerektiği sonucuna varmıştı. Fotoğraf karşıtı tartışması ancak kara kutunun içinde, fotoğrafı fotoğrafla çatıştırarak yürütülebilirdi.
-Şu eski, körüklü, ayaklı makinelerden istiyorum bir tane, dedi kız arkadaşlarına. Bulunabilir mi acaba hâlâ?
-Belki eskicilerde...
-Gidip bakalım.
Kız arkadaşları ilginç bir nesne peşinde koşmayı eğlenceli buldular; birlikte bitpazarlarını teftiş ettiler, yaşlı gezici fotoğrafçılarla konuştular, dökülen odalarına gittiler. Artık kullanılmayan bu malzemeler mezarlığında küçük sütunlar, paravanalar, uçuk renkli görünümlar çizilmiş diplikler, eski bir fotoğraf stüdyosunun çağrıştırdığı her şey yatıyordu, Antonino her gördüğünü satın alıyordu. En sonunda körüklü, lastik deklanşörü armut biçimli bir makine buldu. Kusursuz bir biçimde çalıştığı izlenimini uyandırıyordu. Antonino makineyi bir sürü kalıbıyla birlikte satın aldı. Kız arkadaşlarının yardımıyla, evinin bir odasına, iki yeni yansıtıcı dışında eski nesnelerden oluşan stüdyoyu yerleştirdi. Şimdi memnundu. Kız arkadaşlarına:
-Buradan yola çıkmak gerek, diye açıklama yaptı. Dedelerimizin poz veriş biçiminde, toplu çekimlerde kişilerin yerleştiriliş düzeninde, toplumsal bir anlam, bir gelenek, bir beğeni, bir kültür vardı. Bir tören, evlenme, aile ya da okul fotoğrafı her mesleğin ya da kurumun içerdiği ciddi ve önemli anlamın yanı sıra, yapay, zorlama, baskıcı, sınıflandırıcı olanı da veriyordu. Önemli nokta bu: her birimizin, içimizde taşıdığımız dünya ile ilişkileri açığa vurmak, bugün saklanmaya, bilinmez kılınmaya çalışılıyor bunlar, ortadan kalktıkları sanılıyor, çünkü oysa...
-Poz vermek isteyeni nereden bulacaksın?
-Yarın gelin, dediğim gibi fotoğraflarınızı çekeyim sizin.
-Bir bu eksikti, dedi aniden pirelenen Lydia. Ancak şimdi, stüdyo yerleştirildikten sonra buradaki her şeyin uğursuz, korkutucu bir havası olduğunu görüyordu.
-Gelip de sana modellik yapacağımızı mı sanıyorsun?
Bice de onunla birlikte sırıttı, ama ertesi gün tek başına Antonino’nun evine döndü.
Kollarının, ceplerinin yanları renkli işlemeli beyaz keten bir giysi giymişti. Bir çizgiyle ayrılmış saçları şakaklarında toplanmıştı. Başını bir yana eğerek, biraz kaçamak gülüyordu. Antonino onu buyur ederken, biraz sevimli, biraz alaycı bu haline bakarak, gerçek karakterini belirleyen çizgilerin hangileri olduğunu inceliyordu.
Onu büyük bir koltuğa oturtup başını makineyi bütünleyen kara bezin altına soktu. Arka tarafı camlı makinelerden biriydi, görüntü cama sanki filme yansır gibi hayaletimsi, sütümsü, uzamdan ve zamandan soyutlanmış olarak yansıyordu. Antonino, Bice'yi ilk kez gördüğünü sandı. Gözkapaklarının biraz ağır inişinde, boynunu öne uzatışında gizli bir şey vaat eden bir uysallık vardı, zaten gülümsemesi de gülümseme eyleminin ardına saklanıyor gibiydi.
-Tamam, böyle, olmadı, başını biraz öbür tarafa, gözlerini kaldır, hayır indir.
Antonino o kutunun içinde, Bice'nin birden kendisine çok değerli, kusursuz gelen bir şeyinin peşinde koşuyordu.
-Gölgedesin şimdi, biraz ışığa gel, yoo demin daha iyi idi.
Bice'nin çekilebilir birçok fotoğrafı ve fotoğrafı çekilemez birçok Bice vardı, onun aradığı bu ikisini de içerecek tek fotoğaftı.
"Çekmiyorum," sesi kara örtünün altından boğuk, şikayetçi geliyordu, "çekmiyorum fotoğrafını, yakalayamıyorum seni."
Örtüden sıyrılıp doğruldu. Başından beri yanlış yapmıştı. Kadının yüzünde yakalayabileceğini sandığı o anlam, o vurgu, o giz kendisini ruhsal durumların, iç dünyaların, ruhbilimin devinimli kumlarına sürükleyen bir şeydi: o da kaçan yaşamı kovalayanlar gibiydi, enstantane fotoğrafçıları gibi ele geçmezi avlamak istiyordu.
Karşıt yolu izlemesi gerekiyordu: alışılmış, basmakalıp görünüşten, yüz ifadesinden kaçmayan, yüzeyde, belirgin, tekanlamlı portreye yönelmeliydi. Yüz ifadesi bir şeyden önce toplumsal, tarihsel bir ürün olduğu için 'gerçek' olduğu savındaki her görüntüden daha fazla gerçeklik içerir, yavaş yavaş açığa çıkan birçok anlam taşır kendisinde. Antonino bu salaş stüdyoyu bu amaçla kurmamış mıydı? Bice'yi inceledi. Görünüşünün dış öğelerinden yola çıkmalıydı. Bice'nin giyinme, saçlarını tarama biçiminde, o yılların beğenisinde yaygın olan, otuz yıl öncesinin modasına gönderme yapmak gibi, biraz nostaljik, biraz alaycı bir eğilim seziliyor, diye düşündü. Fotoğraf bu eğilimi vurgulamalıydı, nasıl olmuş da düşünememişti bunu?
Antonino bir tenis raketi aramaya gitti. Bice, koltuğunun altında raket, yüzünde duygusal bir kartpostal ifadesi ile ayakta duracaktı, boyunun dörtte üçü çerçeveye girecekti. Antonino'ya, kara örtünün altından Bice'nin görüntüsü -bu duruşa uygun, yatkın yönleriyle ve bu duruşa uygun olmayan, yersiz ve duruşun daha da belirgin kıldığı yönleriyle- çok ilginç geldi. Bacaklarla kolların rakete ve dipliğe göre geometrisini inceleyerek, birçok kez duruş değiştirtti. (Kafasındaki ideal kartpostalda diplikte bir tenis kortunun filesi vardı, ama Antonino bir pingpong masasıyla yetinmek zorunda kaldı.)
Ama yine de sağlıklı bir sonuca ulaştığını sanmıyordu: anıların, daha doğrusu bellekte beliren belirsiz anı yankılarının fotoğrafını çekmeye mi çalışıyordu yoksa? Pazar günü fotoğrafçıları gibi şimdiki zamanı, geleceğin anısı sayarak yaşamaktan kaçınması, onu, aynı derecede gerçek dışı bir işlemi denemeye, daha doğrusu gözlerinin önündeki şimdiki zamanın yerini alması için anıya bir vücut vermeye yöneltmiyor muydu?
-Kıpırda biraz, kazık gibi durma öyle, kaldırsana şu raketi! Tenis oynar gibi yap, diye kükredi birden. Ancak poz vereni öfkelendirerek nesnel bir yabancılaşmaya ulaşabileceğini anlamıştı, yarıda kalmış bir devinime öykünerek durağanın, yaşamayanın izlenimi verilebilirdi.
Bice dediklerini, belirsiz ve çelişkili bile olsalar uysal bir biçimde, aynı zamanda oyunun dışında kaldığını da belirten bir edilginlikle yerine getiriyordu, ama yine de kendinin olmayan bu oyuna, bir yolunu bulup gizemli bir başka oyunun beklenmedik çıkışlarını katıyordu. Bacaklarını, kollarını şöyle ya da böyle yapmasını söyleyerek, şimdi Antonino'nun Bice'den beklediği, yalnızca bir programın sıradan uygulanması değildi, istekleriyle ona yöneltmekte olduğu baskıya bir yanıttı aynı zamanda, onun üzerinde gittikçe artan bir biçimde uygulamak eğiliminde olduğu bu şiddete karşı beklenmedik, saldırgan bir yanıttı.
Tıpkı düş gibi, diye düşündü Antonino, camın dörtgenine süzülen bu olasılık dışı tenisçi kızı karanlığa gömülü olarak seyrederken: düşte belleğin derinliklerinden gelen bir varlığın ilerleyip kendini tanınır kılması, ardından hemen beklenmedik bir şeye dönüşmesi, neye dönüşebileceiği bilinmediği için, daha dönüşmeden önce bile korku vermesi gibiydi.
Düşlerin fotoğrafını mı çekmek istiyordu? Bu kuşku, elinde deklanşörün lastik armudu, bu devekuşu sığınağına saklanmış olan onu, bir budala gibi suskun kıldı, bu arada kendi başına bırakılan Bice bir tür acayip dansı sürdürüyordu, raketi havaya kaldırarak ya da o cam gözden çıkan bakışla sanki topa vurmayı sürdürüyormuş gibi yere eğerek, vole, drive, gibi abartılı tenis devinimleri yapıyordu.
-Yeter artık, bitsin bu komedi, amacım bu değildi ki... ve Antonino makineyi örtüyle kapatıp odanın içinde dolaşmaya koyuldu.
Bütün suç, tenisi, savaş öncesini çağrıştıran giysideydi ... Onun dediği gibi bir fotoğrafın gezinti giysisiyle çekilemeyeceğini kabul etmek gerekirdi. Kraliçelerin resmi fotoğraflarında olduğu gibi, biraz törensellik, biraz gösteriş istiyordu. Bice ancak, bir gece giysisi içinde bir fotoğraf nesnesi olabilirdi, giysinin boynundaki açıklık derinin beyazı ile mücevher pırıltılarını vurguladığı kumaşın karası arasında kesin bir sınır çizmeliydi; zaman dışı ve çıplaklığı içinde neredeyse kimliksiz bir kadın özüyle, bir o kadar kimliksiz bir rolün simgesi giysinin toplumsal soyutlaması arasında bir sınır çizmeliydi, tıpkı çağrışımlar uyandıran bir yontunun giysi kıvrımları gibi.
Bice'ye yaklaştı, boynundaki, göğsündeki düğmeleri çözmeye, giysiyi omuzlardan kaydırmaya koyuldu. Kartpostalın beyazında yüzün, boynun, çıplak omuzların çizgilerinin belli olduğu, geri kalan her şeyin beyazın içinde yittiği, kimi on dokuzuncu yüzyıl fotoğrafları gelmişti aklına.
Şimdi istediği zamanın ve uzamın dışındaki portre buydu: nasıl yapıldığını pek bilemiyordu, ama kararlıydı, başaracaktı. Yansıtıcıyı Bice'nin arkasına yerleştirdi, makineyi yaklaştırdı, objektifin açıklığını ayarlamak için örtünün altına girdi. Baktı. Bice çırılçıplaktı.
Giysiyi ayaklarına kadar indirmişti, içinde hiçbir şey yoktu, bir adım öne gelmişti, yoo, bir adım geri gitmişti, ama çerçevede olduğu gibi öne gelmiş gibiydi; dimdik, ayakta duruyordu makinenin karşısında, sakin, önüne bakarak, sanki yalnızmış gibi.
Antonino onun bakışlarının gözlerinin içine girdiğini, bütün görüş alanını kapladığını, sıradan ve parçalı görüntüler akımından kurtardığını, zamanı ve uzamı bütünlenmiş bir biçimde yoğunlaştırdığını duyumsadı. Ve gözünün bu şaşkınlığı ile kalıbın etkilenmesi, aralarında bağlantılı iki tepki imiş gibi, hemen deklanşöre bastı, makineyi yeniden kurdu, deklanşöre bastı, bir başka kalıp taktı, deklanşöre bastı, kalıp değiştirmeyi, deklanşöre basmayı sürdürürken, örtüden bunalmış olarak mırıldandı:
-Şimdi oluyor çok iyi, bir daha, çok iyi, bir daha çekiyorum.
Kalıp kalmamıştı. Örtünün altından çıktı. Sevinçliydi. Bice karşısında, bekler gibi, çırılçıplaktı.
-Artık giyinebilirsin, çıkıyoruz, dedi o, mutlu ama aceleci.
Kız, şaşkın ona baktı.
-Çektim artık seni, dedi o.
Bice hüngür hüngür ağlamaya başladı.
Antonino o gün kıza tutulduğunu anladı. Birlikte yaşamaya başladılar, o en yeni makineler, teleobjektiller, gelişmiş gereçler satın aldı, bir laboratuvar kurdu. Gece uyurken de Bice'nin fotoğrafını çekebilecek düzeneğe sahipti. Bice patlayan flaşa şaşırıp uyanıyordu; Antonino onun uykuda debelenirken, kendisiyle kavga ederken, yüzünü yastığa gömüp yeniden uyumaya çalışır, ama başaramazken, barışırken, bu fotoğraf şiddetinde bir sevgi eylemi görürken, habersiz fotoğraflarını çekmeyi sürdürüyordu. Antonino'nun filmler, prova baskıları asılı laboratuvarında bütün fotoğraflarda Bice yer alıyordu, tıpkı bir kovanda, hepsi aynı an olan binlerce arının yer alması gibi: her duruşunda davranışları öne çıkan Bice, poz vermiş ya da haberi olmadan çekilmiş Bice, toz gibi öğütülmüş görüntülerden bir kimlik.
"Bu Bice tutkusu da ne? Başka fotoğraf çekemez misin?" Arkadaşlarının, bu arada Bice'nin sürekli olarak sordukları soruydu.
-Söz konusu oları Bice değil, diye karşılık veriyordu. Yöntem sorunu. Fotoğrafını çekmeye karar verdiğin herhangi bir insanın ya da herhangi nesnenin sürekli fotoğrafını çekeceksin, yalnızca onun, günün ve gecenin bütün saatlerinde. Fotoğraf ancak, olabilir bütün görüntüleri tükettiğinde bir anlam kazanır.
Ama asıl yüreğinde yatanı söylemiyordu: Bice'nin sokakta, kendisi tarafından görüldüğünü bilmeden fotoğraflarını çekmek, onu gizlenmiş objektiflerin saldırısına uğratmak, yalnız kendini göstermeden değil, onu da görmeden fotoğraflarını çekmek, kendi gözleri, herhangi bir göz yokken nasıl olduğunu yakalamak istiyordu. İstediği belirli bir şey ortaya çıkartmak değildi, sözcüğün yaygın anlamında kıskanç değildi. Görünmeyen bir Bice'ye, kesinkes yalnız bir Bice'ye, varlığı kendisinin ve bütün başkalarının yokluğunu gerektiren bir Bice'ye sahip olmak istiyordu.
Adına kıskançlık dense de, denmese de dayanılması zor bir tutkuydu. Çok geçmeden Bice ayrıldı ondan.
Antonino ruhsal çöküntüye uğradı. Günlük tutmaya başladı: Fotoğraflarla elbette. Eve kapandı, makinesi boynuna asılı, bir koltuğa gömülü, bakışları boşlukta, önüne geçilmez bir biçimde fotoğraf çekmeye koyuldu. Bice'nin yokluğunu çekiyordu.
Fotoğrafları bir albümde topluyordu: izmarit dolu kül tabakları, dağınık bir yatak, duvarda bir ıslak leke görülüyordu fotoğraflarda. Yeryüzünde fotoğrafa elverişsiz, yalnız makineler değil, insanlar tarafından da görsel alanın dışında bırakılmış ne varsa, bunların kataloğunu yapmak fikri geldi aklına. Her konu üzerinde, dolu makaralar tüketerek ışığın ve gölgelerin değişikliklerini izleyebilmek için saatlerce, ara vererek günlerce çalışıyordu. Bir gün odanın bomboş, yalnızca kalorifer borusu geçen bir köşesinde karar kıldı, bu noktanın, ömrünün sonuna kadar yalnızca buranın fotoğrafını çekmek eğilimine kapıldı.
Apartman kendi haline terk edilmişti, buruşturulmuş kağıtlar, eski gazeteler yerde sürünüyorlardı, onların fotoğrafını çekiyordu. Gazetelerdeki fotoğrafların da fotoğrafları çekiliyordu, kendi objektifiyle uzaklardaki gazete fotoğrafçılarının objektifleri arasında dolaylı bir bağ oluşuyordu. Bu kara lekeleri oluşturmak için, başka objektiflerin mercekleri polis saldırılarının, kömür kesmiş otomobillerin, koşan atletlerin, bakanların, sanıkların üstüne çevrilmişlerdi.
Antonino şimdi bir telefoto mozayiğinin çerçevelediği ev nesnelerinde, beyaz kağıtlar üzerinde sert mürekkep lekeleri yakalayarak özel bir tat alıyordu. Devinimsizliği içinde, kitlelerin devinimleri, dökülen kanlar gözyaşları, eğlenceler, suçlar, moda gösterileri, resmi törenlerin yapaylıkları peşinde koşan gazete fotoğrafçısına imrendiğini fark ederek şaşırdı, gazete fotoğrafçısı toplumun uç noktaIarını, en varsılların olduğu gibi en yoksulların, her zaman her yerde ortaya çıkan olağanüstü anlarını belgeliyordu.
"Yalnızca olağanüstülük konumunun mu bir anlamı olduğunu gösteriyor bu?" diye kendi kendine soruyordu Antonino. "Gazete fotoğrafçısı pazar fotoğrafçısının tam karşıtı mıydı? Dünyaları birbirlerini dışlıyorlar mıydı? Yoksa biri öbürüne bir anlam mı veriyordu?" Böyle düşünürken tutkulu aylar boyunca birikmiş olan Bice'li ya da Bice'siz fotoğrafları parça parça etmeye, duvarlara asılı prova baskılarını yırtmaya, negatiflerin selüloidini kesmeye, diyapozitifleri delmeye başladı, bu yöntemli yıkımın artıklarını ise yere serili gazetelerin üstüne yığıyordu.
"Belki de tam, gerçek fotoğraf, kıyımlara ve taç giymelere yer veren buruşturulmuş bir diplik önündeki, parçalanmış özel görüntüler yığınıdır," diye düşündü.
Gazetelerin kenarlarını kıvırarak kocaman bir paket yaptı, çöpe atmadan önce fotoğrafını çekmek istedi. Kenarları, paketin içinde rastlantı sonucu yan yana gelmiş ayn gazetelerin fotoğraflarını iki yarısı iyice görülecek biçimde düzenledi. Dahası, paketi biraz açarak, yırtılmış bir agrandismanın parlak kağıdının ucunun görülmesini sağladı. Bir yansıtıcıyı yaktı, fotoğrafta, yarı sarılmış ve yırtılmış görüntüler belli olsun, aynı zamanda rastgele mürekkep gölgelerinden gerçek dışılıkları anlam yüklü somut nesne nitelikleri, kendilerini dışlamak isteyen dikkate yapıştıkları güç, belli olsun istiyordu.
Bütün bunları bir fotoğrafa sığdırabilmek için olağanüstü bir teknik ustalığa erişmek gerekiyordu, ancak o zaman Antonino fotoğraf çekmeye son verebilirdi. Bütün olanaklar tükenip çember kendi üstüne kapandığı sırada, Antonino fotoğraf çekmenin kendisine kalan tek yol olduğunu, daha o zamana kadar belli belirsiz bir biçimde aramış olduğu yol olduğunu anladı.
Italo Calvino, Zor Sevdalar